Pazartesi, 23 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/25
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

SAYI 522 Çıktı - Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi El-Raye Gazetesi

 

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi

El-Raye Gazetesi Yeniden Yayında

 

Biz, Hizb-ut Tahrir Medya Ofisi olarak takipçilerimiz ve Merkezi Medya Bürosu Web Sayfası misafirlerimize, Hizb-ut Tahrir tarafından 1954 yılında başlatılan El-Raye Gazetesinin tekrar yayına başlatılmasını duyurmaktan gurur duyarız. Karanlık ve zorba rejimlerin baskısı sonucu haftalık yayınlanan gazete durdurulmuştu. Şimdi Hizb-ut Tahrir El-Raye Gazetesini Allah’ın izniyle tekrar başlatacaktır.

Devamını oku...

Milis ve Silahlı Gruplar Kurmak, Amerika’nın Sudan’ı Parçalamak İçin Kullandığı Son Derece Tehlikeli Bir Kötülük ve Araçtır

16 Kasım 2024’te, ‘Cezire Kurtuluş Hareketi’ adlı bir silahlı grup, Cezire Eyaleti’ni kurtarma planları ve niyetlerinin olduğunu duyurdu. Ayrıca, silahlı kuvvetleri desteklediğini açıkladı. Sosyal medya ve ordu yanlısı gazeteciler tarafından paylaşılan bir videoda, ‘Cezire Kurtuluş Hareketi’, Cezire halkına bir çağrıda bulunarak kendilerini desteklemelerini ve hedeflerini benimsemelerini istedi.

Her zamanki gibi ordu komutanlığı bu olaya göz yumdu ve herhangi bir açıklama yapmaktan kaçındı. Geçtiğimiz 29 Ekim tarihinde, kendisini ‘Doğu Bölüğü’ olarak adlandıran ve Halk Kurtuluş ve Adalet Cephesi’ne bağlı bir askeri grup, 2020’de Cuba Anlaşması’na imza atan hareketlerden biri olarak, güçlerini Sudan’ın doğusundaki Kassala eyaletine konuşlandırdığını açıkladı. Sudan Tribune sitesine göre, bu kuvvetlerin genel komutan yardımcısı, “Bu adım, silahlı kuvvetlerle yapılan teknik ve askeri istişarelerin ardından atıldı ve güçlerimiz artık silahlı kuvvetlerin bir parçasıdır,” dedi. Daha önce, Kikel adlı kişi Hızlı Destek Kuvvetleri’nden ayrılarak orduya katıldığını ancak Sudan Kalkanı Kuvvetleri adıyla bilinen bir milis grubunun safında savaşmaya devam ettiğini açıklamıştı.

Siyasi, askeri ve güvenlik açısından en temel gerçeklerden biri şudur: Orduların ve silahlı grupların çoğalması, ülkeleri bölmek ve güvenliklerini sabote etmek için kullanılan bir sömürgeci yöntemdir. Bunun en bariz örneği, Güney Sudan’ın ayrılması ve Sudan’ın diğer bölgelerinin ayrılmaya hazırlanmasıdır. Eski Devlet Başkanı Beşir, Kasım 2017’de Rus Sputnik sitesine verdiği röportajda bu Amerikan planını şöyle itiraf etmiştir: “Güney Sudan’ın ayrılması Amerikan baskısı ve komplosu sonucunda gerçekleşti, ayrıca Amerika, Sudan’ı beş devlete bölmek için çalışıyor.” Bu durum, Müslüman ülkeleri daha da küçük parçalara ayırmayı ve halihazırda bölünmüş olanı tamamen yok etmeyi hedefleyen yeni bir Sykes-Picot planının bir parçasıdır. Bu proje, Bernard Lewis’in ‘Kan Sınırları’ olarak bilinen planıdır. O halde, neden ordu içindeki samimi insanlar, farklı bayraklar taşıyan başka güçlerin varlığına göz yumuyor? Bu güçler neden ordunun komutası ve yönetimi altına girmiyor? Peki ya ordu komutanlığı, Sudan halkının Hızlı Destek Kuvvetleri’nin ayrı bir komuta altında ayrı bir güç olarak kurulmasından dolayı yaşadığı acı ve sıkıntılardan hiçbir ders çıkarmadı mı?

Silahlı kuvvetlerin bütünlüğü, ümmetin birliğin ve bütünlüğün bir göstergesidir. Bu bağlamda, tek bir komutanlık altında birleşmek temel bir ilkedir ve bu konuda taviz verilmesi kabul edilemez. İslam dininin temel ilkelerinden biri de birlik ve beraberliktir, bölünme ise yasaklanmıştır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

إذا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ، فاقْتُلُوا الآخِرَ منهما“İki Halifeye biat edildiği zaman, onlardan sonuncusunu öldürün.” [Müslim] Hilafet Devleti Anayasa Tasarısı’nın 66. maddesinde, “Bütün ordu, özel ordugâhlara yerleştirilmiş tek bir ordu haline getirilir. Ancak bu ordugâhlardan bazıları, muhtelif vilâyetlere ve bazıları da stratejik mevkilere konuşlandırılmalıdır. Bazıları ise devamlı taşınabilir ve hareket edebilir (mobilize) ordugahlar haline getirilir ki bunlar vurucu kuvvetlerdir. Askerî ordugahlar birçok gruplar halinde düzenlenir. Bu grupların her birine Ordu ismi verilir ve her birine ayrı ayrı numaralar verilir. Birinci ordu, üçüncü ordu gibi…Ya da âmilliklerden veya vilâyetlerden birinin adıyla adlandırılır.” denilmektedir.

Bugün yaşananlar, Amerikan’ın Sudan’ı parçalama suç planının ikinci safhasıdır. Yöneticilerin ihaneti ve ülkenin güvenliğinden sorumlu kurumların ihmali nedeniyle Güney Sudan Sudan’dan ayrılmıştı. Biz, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak, yöneticileri bu hain planın peşinden gitmemeleri konusunda uyarıyoruz. Bu suçun cezası dünyada büyük bir utanç ve rezalet, ahirette ise elim bir azap olacaktır. Ayrıca, silahlı kuvvetlerdeki samimi evlatları, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafeti kurmak, Allah’ın egemenliğini tesis etmek, O’nun yasalarını uygulamak, ümmeti birleştirmek, yeteneklerini kontrol etmeye ve ülkemizin zenginliğine göz dikmeye çalışan sömürgecilerin kökünü kazımak için Hizb-ut Tahrir’e nusret vermeye çağırıyoruz. Hizb halkına yalan söylemeyen bir liderdir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

مَن مَاتَ وَليسَ في عُنُقِهِ بَيْعَةٌ، مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً“Kim de boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.” [Müslim]

Devamını oku...

Astana Formatında Suriye Konulu 22. Yüksek Düzeyli Toplantı Öncesinde Suriye’nin Tronba Köyünde Bir Toplantı Düzenlendi, Toplantıda, Uluslararası Yollar ve Sınır Kapılarının Açılması Konuları Ele Alındı

Suriye Gözlemevi, Rus ve Türk istihbarat yetkililerinin Serakib kasabasının batısında bulunan Tronba köyünde bir araya geldiğini açıkladı. Gözlemevi, toplantıda İdlib’deki durumun, gerginliğin azaltılmasına ve uluslararası ve ticari yolların açılması konularının ele alındığı belirtti. Bu toplantı, taraflar arasında daha önce gerçekleşen görüşmelerin yanı sıra, Türk yetkililerinin muhalif gruplarla gerçekleştirdiği toplantıların bir devamı niteliğindedir.

Kazakistan başkenti Astana’da, 11 Kasım Pazartesi günü Suriye konulu 22. Astana görüşmeleri başladı. Toplantıya Türkiye, Rusya ve İran’dan heyetler katıldı. Ayrıca rejim temsilcileri, “evcilleştirilmiş muhalefet” olarak adlandırılan muhalif gruplar, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ve Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri temsilcileri ile Ürdün, Lübnan ve Irak’tan gözlemciler de toplantıda yer aldı. Toplantının amacı, Suriye “krizine” bir çözüm bulmak, taraflar arasında güven tesis edici önlemler almak, yeniden inşa sürecini başlatmak ve Suriyelilerin ülkelerine dönüşünü sağlamak olarak açıklandı.

Konferanslar, toplantılar ve komploların temel amacı, devrimi sona erdirip onu yeniden rejimin kollarına teslim etmektir. Devrimin büyük fedakarlıklarını hiçe sayan bu planlar, Şam diktatörüne meşruiyet kazandırmayı amaçlıyor. Bunlar, ABD’nin zehirli “siyasi çözüm”ü olan 2254 sayılı kararını uygulamaya çalışan komplocular ve onların araçlarının attığı yeni adımlardır.

Ey İslam’ın Payitahtı Biladu’ş Şam Müslümanları! Bugün, komplocular tarafından kasıtlı olarak ve planlı şekilde gerçekleştirilen bu satış işlemine sessiz kalmanız, siyasi bir intihardır, devriminizin sona ermesine yol açabilir. Devrim kararı çalındığından ve gasp edildiğinden beri, devrim daha öncekinden çok daha tehlikeli bir tuzağa doğru sürüklenmektedir. Belki de bu tuzak, en tehlikelisidir, çünkü bu yolu izlemek, sonunda sizi doğrudan zalim rejimin kollarına itebilir. İşlerin gün geçtikçe nasıl kötüye gittiğini ve durumun giderek daha da zorlaştığını görüyorsunuz. Sakın ola yolun sonunda zalim bir despotun eline düşmeyin. Bu yüzden hemen harekete geçin ve çok geç olmadan devriminizin kontrolünü yeniden alın.

Ey devrimciler! Bize kulak verin, bizler Hizb-ut Tahrir’li kardeşleriniz olarak biz çıplak uyarıcılarız. Sözlerimizin ne kadar doğru olduğunu ve görüşlerimizin ne kadar derin olduğunu deneyimlediniz. Bu konuda bizim size bir üstünlüğümüz yoktur. Bu bizim için bir lütuf değil, bir görevdir ve kıyamet günü Allah’a bunun hesabını vereceğiz. Ey halkımız! Kararınızı çalanlardan geri almak için sizi hemen harekete geçmeye çağırıyoruz. Çünkü devletler ve onların araçları, sizi yok etmek isteyen kötü niyetli ellerdir.

Ey İslam’ın Payitahtı Biladu’ş Şam Müslümanları! Tüm ülkelerin devriminizi yok etmek ve fedakarlıklarınızı heba etmek için nasıl komplo kurduğunu gördünüz. Bugün yapılması gereken şey, bu devletlerden ve öldürücü projelerinden uzak durmak ve bizi kurtuluşa ve onura götürecek projeyi benimsemektir. Bu proje, İslami akidemizden kaynaklanan ve Rabbimizin rızasını ve yardımını garanti eden bir projedir inşallah.

Devrimi kurtarmanın tek yolu, çalınan kararı geri almak ve İslam projesini taşıyan dürüst ve bilinçli bir liderliğin rehberliğinde basiret ve hikmetle ilerlemektir. Ancak bu şekilde bu karışıklıktan ve kaybolmuşluktan kurtulabiliriz.

Ey devrimciler! Ey fedakâr kahramanlar! Devriminizi satılmadan önce kurtarın ve kararınızı geri alın. Kurtuluş, kurtuluş! Dikkatli olun, çok dikkatli olun! Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

اسْتَعِينُوا بِاللهِ وَاصْبِرُوا إِنَّ الْأَرْضَ لِلَّهِ يُورِثُهَا مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ“Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç sakınanlarındır.” [Araf 128]

Devamını oku...

Trump’ın ABD Başkanlığına Geri Dönüşü Ve Yahudilerin Gazze’ye Yönelik Savaşına Etkisi

  • Kategori Makaleler
  •   |  

El-Raye Gazetesi

Trump’ın ABD Başkanlığına Geri Dönüşü Ve Yahudilerin Gazze’ye Yönelik Savaşına Etkisi

Hizb-ut Tahrir Medya Bürosu Üyesi Bahir Salih’in Kaleminden

Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının hemen ardından, zaferinden önceki beklentilerin bir uzantısı olarak ancak daha büyük bir ivme ve genişleyen algılarla, onun zaferinin Gazze’deki savaş üzerindeki etkisi hakkında birçok açıklamalar, beklentiler ve spekülasyonlar ortaya atıldı.

Bunun öncesinde Trump’ın seçim kampanyası sırasında Gazze’deki savaşı sona erdirmek ve bölgede barışı tesis etmek için çalışacağını vurguladığı ve bunu Arap ve Müslüman Amerikalı seçmenlere vaat ettiği açıklamaları vardı. Nitekim birkaç ay önce Yahudilerin Gazze’ye yönelik savaşının bir an önce sona erdirilmesi çağrısında bulunmuş ve Yahudilerin Başbakanı Netanyahu’ya şöyle demişti: “Savaşı bitirmelisin ve bunu hızla yapmalısın.” Ve şöyle eklemişti: “Zaferinize ulaşın ve üstesinden gelin. Savaş durmalı, cinayetler durmalı.” Florida’da 7 Ekim’de düzenlenen bir anma etkinliği sırasında “İsrail'in" teröre karşı savaşını kazanma hakkını destekleyeceği” sözünü vermiş ve “İsrail ne olursa olsun bir an önce kazanmalı” eklemesinde bulunarak Biden ve Harris’in Gazze’deki savaşa yaklaşımını zayıf ve tereddütlü olmakla eleştirmişti.

Sonuç olarak Trump da Biden ve Harris gibi Gazze’ye yönelik savaşında Yahudiler için zafer istiyor ve her biri Yahudi varlığına destek sağlama konusunda bir diğerini geride bırakmıştır; hatta Biden şunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir: “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yok. Ben bir siyonistim.”

40.000 tondan fazla silah ve mühimmat yüklü 300 uçak ve 50 gemiyi aşan, yani günde ortalama bir gemi veya uçak olmak üzere ABD füzeleri ve bombalarının hava ve deniz köprüsünün gölgesinde ve Amerika’nın, Yahudi varlığının bir yıldır sürdürdüğü savaşın maliyetinin %70’ini karşılamasının gölgesinde suçlu Biden yönetiminin geçtiğimiz yıl boyunca Yahudi varlığına verdiği tam bir mutlak destekle Yahudilerin kelimenin tam anlamıyla vahşi bir savaşa girmelerine izin vermiştir. Nitekim Washington Post gazetesi Gazze savaşından bir yıl sonra Yahudi varlığının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’den aldığı askeri yardımın 17 milyar Doları aştığını söylemiştir.

Biden yönetiminin Yahudi varlığına tam bir koruma sağlaması, tüm bölge halklarına karşı onu koruması, isyan eden ve patlamaya hazır Müslüman halklara karşı Yahudi varlığının koruyucusu rolünü kabul etmeleri için yöneticilere baskı yapması, sınırlarını güvence altına alması, Gazze halkına her türlü desteği ya da yardımı engellemesi ve varlığı korumak için bölgeye büyük bir deniz filosu konuşlandırması gibi tüm bu desteğe rağmen; evet tüm bunlara ve daha fazla söylenebilecek şeylere rağmen ancak Yahudilerin Başbakanı Netanyahu, Harris’in Demokrat Partisi’nin kaybetmesinden ve Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi’nin seçimleri kazanmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir. Peki o Trump’tan ne bekliyor ve onu Harris'e tercih etmesine sevk eden şey nedir?

Biden’ın Yahudi varlığına yönelik son bir yıldaki tutumu ve Trump’ın önceki başkanlığı sırasında (20/1/2017 - 20/1/2021) yaptığı açıklamalar ve geçmişiyle ilgili olanları incelediğimizde, her ikisinin de Filistin halkının ve Müslümanların hakları, kanları ve vücut parçaları pahasına Yahudi varlığına sağladıkları destek miktarında yarıştıkları açıktır. Dolayısıyla Filistin ve halkına karşı biri diğerinden daha az suçlu olmadığı gibi her ikisi de savaşta Yahudi varlığının zafere ulaşması gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıca her ikisi de Amerika’nın Ortadoğu ve Filistin de dahil olmak üzere dünyadaki stratejik çıkarları konusunda görüş ayrılığı yaşamadıkları gibi, her ikisi de Yahudi varlığını İslam beldelerinin merkezinde kendileri için bir üs ve süngü başı ve İslam ümmetinin kalbinde ise zehirli bir hançer olarak görüyorlar. Bu üssün güvenliğini sağlama, prestijini ve kendisine biçilen rolü yeniden tesis etme çabalarında en ufak bir farklılık göstermiyorlar.

Ancak Netanyahu’nun Trump’ın zaferi karşısında ağzının salyasını akıtmış olabileceği üç şey vardır ki bunlar, onlara karşı ne kadar aşağılandığımızın boyutunu vurgulayan şu üç noktadır:

Birincisi: Trump'ın ilk döneminde gösterdiği gibi, iki devletli çözüm vizyonu ve normalleşme ve tasfiye dosyalarının kronolojik sırası konusunda ciddi olmaması; zira o dönemde Müslümanların başındaki yöneticilerle normalleşme planını ve İbrahim Anlaşmalarını içeren Yüzyılın Anlaşması olarak adlandırdığı şeyi ortaya atmış ve o dönemde Yahudilerin bir Filistin devletini ve ardından normalleşmeyi kabul etmesini şart koşmamış, aksine normalleşmeyi iki devletli bir çözüm için bir ödül haline getirmeden bunları paralel olarak yürütmüş ve tam da Netanyahu’nun ümit ettiği gibi iki devletli çözüm açısından kayda değer bir ilerleme kaydetmeden birden fazla normalleşme sürecini gerçekleştirmeyi başarabilmiştir. Böylece iki devletli çözüm konusunda herhangi bir ilerleme kaydetmeksizin Müslümanların başındaki yöneticilerle bir dizi normalleşme sürecine girmiştir ki bu da sömürge ve Tevrat'a dayalı çıkarlarına hizmet etmek içindi.

Aynı şekilde Trump ilk başkanlık döneminde Filistin devleti konusunda da büyük bir esneklik göstermiştir; zira Başkenti el-Eizariya veya Abu Dis olan özerk bir otorite olarak kabul edilmesine engel olmamış ve varlığın Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanımış, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış, Batı Şeria sınırlarının yeniden çizilerek büyük yerleşimlerin ve Ürdün Vadisi’nin Yahudi varlığına bağlanmasını önermişti. Nitekim kısa bir süre önce seçim kampanyası sırasında Filistin devletinin ya da komşu ülkeler Ürdün ve Mısır'ın pahasına varlığın sınırlarının genişletilmesine izin verebileceğini ima ederek buna bir yenisini eklemiş ve şöyle demiştir: “İsrail, haritada küçük görünüyor ve ben her zaman burayı nasıl genişletilebileceğini düşündüm.” Netanyahu’nun arzuladığı ve hayalini kurduğu şey de işte budur.

İkinci hususa gelince; bu, Gazze ve Lübnan’a yönelik savaşla ilgilidir; Netanyahu, Trump’ın savaşı hızlı bir şekilde sona erdirme arzusunu, tüm hedeflerine hızlı ve en az kayıpla ulaşmak için bir fırsat olarak görüyor. Zira Netanyahu, Trump’ın kişiliğinin, planlarının ve arzularının önünde duran tüm yöneticilere ve hareketlere baskı yapmasına ve onları tehdit etmesine izin verdiğini biliyor. Çünkü o, hedeflerini gerçekleştirmek için kaba kuvvet kullanan bir kişi olup bu da onu devam eden savaşlarda, Lübnan, Katar, Mısır, Türkiye, Ürdün, İran, Irak, Yemen ve Suriye’deki etkili taraflara ABD’nin tüm diktelerini kabul etmeleri için baskı yapmaya ve tehdit etmeye itebilir. Tıpkı Yahudi medyasında bu günlerde, Katar'ın üst düzey Hamas yetkililerinden ülkeyi terk etmelerini istemesi ve Doha’daki ofislerini kapatma kararının yer alması gibi. Bu haber doğru olsun ya da olmasın, Yahudilerin Trump’ın zaferine yönelik arzularını yansıtıyor. Zira Yahudiler Trump’ta, İran’ın Lübnan’daki partisini Litani’nin gerisine itmek, roket atışlarını durdurmak ya da onu silahsızlandırmak için istediklerini dayatmayı hızlandırma gücünü görüyorlar. Aynı şey Husiler, İran ve Irak’taki İslami Direniş için de geçerlidir.      

Netanyahu’yu Trump’ın zaferiyle baştan çıkaran üçüncü dosyaya gelince; bu dosya, Trump’ın uzun süredir Biden yönetimini hoşgörülü davranmakla eleştirdiği İran nükleer dosyasıdır. Zira o, Tahran ile dünya güçleri arasında varılan nükleer anlaşmadan çekildikten sonra 2018’de İran’a yönelik ABD petrol yaptırımlarını dayatmaya başlamış ve Washington’un Tahran’ın nükleer silaha sahip olmasına izin veremeyeceğini söylemişti. Zira şöyle demişti: “İsrail, İran’ın füze saldırılarına yanıt olarak İran’ın nükleer tesislerini vurmalıdır.” Dolayısıyla Netanyahu, Trump’ın gelişiyle birlikte ister güçlü bir baskı ister yaptırımlar ya da askerî harekât yoluyla olsun İran’ın nükleer programını tamamlamasını engellemek için güçlü bir fırsat yakaladığını düşünüyor.

Sonuç olarak, Yahudi liderlerin Trump’la hemfikir oldukları ya da Biden yönetimiyle ihtilaf ettikleri tüm konular, Amerika’nın ve Yahudi varlığının çıkarlarına nasıl ulaşılacağına dair ayrıntılı konular olup İslam beldelerinin sömürgeleştirilmesinin devamını sağlamak, zenginliklerini ve kaynaklarını yağmalamak ve kendilerine bağımlı olmaktan kurtulmalarını engellemekten öteye gitmeyen öz ve kötü niyetli hedefler konusunda hemfikirdirler. Bu da ister barışı tesis etme ve savaşları sona erdirme sloganı altında olsun, ister bölgenin istikrarını sağlama ve topyekûn savaşları etkisiz hale getirme sloganı altında olsun; Yahudi varlığının bölgedeki statüsünün korunmasını, güçlü kalmasını ve Batı’nın çıkarlarına ve sömürgeci hedeflerine hizmet edecek şekilde ilerlemesini sağlamak içindir.

Ümmet ve orduları çalınan otoritesini yeniden elde etmek için inisiyatif almadıkları sürece, ülkemiz sömürgeciler için bir tiyatro sahnesi olmaya, kanlarımız ihlal edilmeye, kutsallarımız çiğnenmeye ve beldelerimiz işgal edilmeye devam edecektir. Dolayısıyla Gazze’yi desteklemenin, Filistin’i özgürleştirmenin, ümmetin izzetini ve onurunu geri kazanmanın ve Amerika’ya, Yahudilere ve onların kibirlerine son vermenin tek yolu, bizi ve beldelerimizi düşmanlarımıza teslim eden ajan yöneticileri kaldırıp atmak ve Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti kurmaktır.

Kaynak: El-Raye Gazetesi-521. Sayı-13/11/2024

Devamını oku...

Endonezya’nın Yahudi Varlığına Karşı Çelişkili Tutumu: Söylemler Sert Ama İyi İlişkiler Devam!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Endonezya’nın Yahudi Varlığına Karşı Çelişkili Tutumu: Söylemler Sert Ama İyi İlişkiler Devam!

Haber:

Endonezya, Gazze’deki şiddetin sona ermesi için Müslüman ülkelerine, Yahudi varlığıyla ticari ve ekonomik ilişkilerini kesme çağrısında bulundu.Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Riyad’daki zirvesinde Dışişleri Bakanı Yardımcısı Anis Matta, Yahudi varlığıyla bağlantılı yatırımların azaltılması ve İslam ekonomileri arasındaki ticaretin pekiştirilmesi gerektiğini vurguladı.Bu çağrılara rağmen Endonezya’nın Yahudi varlığıyla ticareti Ocak-Eylül 2024 döneminde bir önceki yıla göre %24,6 artışla 173 milyon Dolara ulaşmıştır.Filistin’in bağımsızlığını savunan Devlet Başkanı Prabowo Subianto, varlığı destekleyen ürünlerin boykot edilmesine yönelik yerel destekle karşı karşıyadır.Endonezya’nın Yahudi varlığı ile resmi diplomatik ilişkilerinin olmadığını belirtmekte fayda vardır. (Ajanslar)

Yorum:

Endonezya’nın Yahudi varlığı konusundaki tutumu, Filistin’e yönelik söylemsel desteği ile fiili uygulamaları arasındaki açık bir çelişkiyi ortaya koymaktadır.Zira hükümet, Yahudi saldırganlığını alenen kınarken ve kendisini Filistin’in bağımsızlığının güçlü bir savunucusu olarak sunarken, Yahudi varlığıyla ekonomik ilişkileri hala devam etmektedir.Örneğin, iki ülke arasındaki ticaret 2024 yılının ilk dokuz ayında 173 milyon Dolara ulaşarak 2023 yılının aynı dönemine kıyasla %24,6 oranında artış göstermiştir. Nitekim Endonezya’nın başta palmiye yağı ve tekstil gibi sektörler olmak üzere Yahudi varlığına yaptığı ihracatlar bu dönemde 130,6 milyon Dolara ulaşmıştır. Dolayısıyla bu rakamlar, Endonezya’nın Yahudi varlığının politikalarına karşı olduğunu belirtmesine rağmen aktif ticari ilişkilerin devam ettiğine işaret etmektedir.

Ticaretin yanı sıra kültürel bağlantılar da aynı şekilde Endonezya’nın kararlı önlemler alma konusundaki isteksizliğini yansıtmaktadır.Özellikle Hristiyan hacılar olmak üzere on binlerce Endonezyalı turist her yıl Yahudi varlığını ziyaret ederek iki halk arasındaki ilişkileri güçlendiriyorlar.Benzer şekilde Yahudi varlığından sporcular ve heyetler, Endonezya’nın ev sahipliği yaptığı badminton ve kaya tırmanışı turnuvaları gibi etkinliklere katıldılar.Bu faaliyetler, Yahudi varlığının, dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip bir devlet olan Endonezya’daki imajını yeniden şekillendirmeye yönelik genel diplomatik çabalarını desteklemektedir.

Bu tür çelişkiler, Endonezya’nın Filistin’e verdiği desteği şekli bir hale getirmektedir.Dışişleri Bakan Yardımcısı Anis Matta kısa süre önce İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir toplantısı sırasında Yahudi varlığıyla ticaret ve yatırım ilişkilerinin kesilmesi çağrısında bulunmuş olsa da ancak bu açıklamalar somut önlemler almaksızın büyük ölçüde sembolik olarak kalmaya devam etmektedir.

İslam ümmetinin bir parçası olması vasfıyla Hizb-ut Tahrir, Müslüman ülkeleri Yahudi saldırganlığına karşı gerekli tepkiler olarak cihat ve ekonomik ambargo da dahil olmak üzere daha güçlü tedbirler almaya çağırmaktadır.Bu çağrılara rağmen Endonezya ve nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkelerden herhangi bir adımın atılmaması, ekonomik ve siyasi çıkarların Filistin ile gerçek bir dayanışmadan daha öncelikli olduğuna işaret etmektedir.

Sistematik şiddet ve yerinden edilme ile karakterize olan Gazze’deki durum, daha kararlı müdahalelere ihtiyaç duyulduğunu teyit etmektedir.Ekonomik yaptırımlar ve ticari ambargolar etkili olmakla birlikte devam eden saldırganlığı durdurmak için yeterli değildir; aksine askeri müdahale, daha güçlü bir cevap mesabesinde olacaktır.

Endonezya ve diğer Müslüman ülkeler Filistin’deki işgali sona erdirmeye gerçekten kararlı olsalardı, söylemsel açıklamaların ötesine geçerler ve ekonomik bağlantı, Yahudi varlığının siyasi olarak tecrit edilmesi ve askeri stratejiler de dahil olmak üzere somut adımlar atarlardı. Ancak bunu yaparak gerçek bir liderlik ve dayanışma sergileyebilirler ve Filistin’in kurtuluşu için verilen mücadelede eylemlerinin söylemleriyle örtüşmesini sağlayabilirler.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdullah Asvar

Devamını oku...

Sömürgeci Sistem Kökünden Sökülüp Atılarak Raşidi Hilafet Kurulmadıkça Belucistan’da Kalıcı Güvenliğin Sağlanması İmkânsızdır

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Sömürgeci Sistem Kökünden Sökülüp Atılarak Raşidi Hilafet Kurulmadıkça Belucistan’da Kalıcı Güvenliğin Sağlanması İmkânsızdır

Haber:

14 Kasım 2024 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı “9 Kasım’da Belucistan Kurtuluş Ordusu’na bağlı Mecid Tugayı’nın bir tren istasyonuna düzenlediği bombalı saldırıyı şiddetle kınıyoruz” açıklamasında bulundu. (Ajanslar)

Yorum:

Belucistan’daki huzursuzluklar yeni bir olgu değildir; zira Pakistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlığını kazanmasından bu yana devam etmektedir.Belucistan halkı, sömürgeci İngilizlerin, ardından da sömürgeci Batılıların ajan yöneticileri tarafından çektikleri acılar da dahil olmak üzere derin ve köklü mezalimlere maruz kalmıştır.Sömürge sistemi, Müslümanların işlerini gözetmek yerine Müslümanlara boyun eğdirmek, onları haklarından mahrum bırakmak ve askeri güç yoluyla kontrolünü korumak üzere tasarlanmıştır.

Son yıllarda Belucistan, sivilleri, güvenlik güçlerini ve Çinlileri hedef alan intihar saldırıları da dahil olmak üzere bir dizi şiddet olaylarına sahne olmuştur.Bu saldırılar dalgası Ağustos 2018'de Çinli mühendislerin öldürülmesiyle başlamış, bunu ise Kasım 2018’de Çin konsolosluğuna yapılan saldırı ve Mayıs 2019’da da Gwadar otelinin bombalanması izlemiştir.Nisan 2022’de de Belucistan Kurtuluş Ordusu’na bağlı Mecid Tugayı, Karaçi Üniversitesi’ndeki bir Çin enstitüsüne intihar saldırısı düzenlemiştir.

Saldırılar, 26 Mart'ta Belucistan’da bir konvoyun pusuya düşürülmesi ve 13 Ağustos'ta Gwadar limanı yakınlarında Çinli mühendislere yapılan ve her ikisi de Çin-Pakistan Ekonomik Koridorunu baltalamayı amaçlayan saldırı gibi olaylarla birlikte 2024 yılına kadar devam etmiştir.26 Ağustos 2024 tarihinde Belucistan Kurtuluş Ordusu son yılların en büyük saldırılarını gerçekleştirerek yaklaşık 73 kişiyi öldürmüş olup polis karakollarını, demiryolu hatlarını ve araçları hedef almıştır.

Bu saldırılar, ABD ve Hindistan’ın Çin’e karşı bir ittifak kurmasından bu yana yoğunlaşmıştır. Nitekim her iki ülke de Belucistan’daki ayrılıkçı hareketleri desteklemektedir.Görünen o ki bu destek, Pakistan ordusunu iç çatışmalarla meşgul etmeyi ve özellikle Cammu ve Keşmir’de olmak üzere Hindistan sınırına odaklanmasını sınırlandırmayı hedeflemektedir.Amerika, Çin’in yükselişine karşı koyma stratejisinde Belucistan’daki milliyetçi hareketleri istismar etmektedir.Çin ile olan sınır anlaşmazlıklarının ortasında Hindistan, ABD'nin hedefleri doğrultusunda Çin’in çıkarlarını baltalamaya çalışmaktadır.Sonuç olarak Pakistan, özellikle Belucistan’da ayrılıkçı gruplarla mücadele etmek üzere konuşlandırılan 80.000'den fazla askerle iç çatışmaya sürüklenmektedir.

Pakistan’daki iktidar rejiminin, topraklarının bir parçası olan Belucistan meselesini şerî bir gözetim, adalet ve ihsanla ele alması ve Belucistan topraklarındaki kamu mülkiyetini Beluciler de dahil olmak üzere devletin tüm tebaası için kullanılmasını sağlaması gerekir. Ancak o bunun yerine, İslam'ın farz kıldığı gibi iyi bir gözetimle değil, sorunu öldürerek ve tutuklayarak güvenlik meselesi olarak ele almaktadır. Nitekim Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: الْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِİmam da bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur.” [Buhari]

Aynı şekilde Belucistan’daki silahlı örgütlerin de İslam düşmanlarının (Amerika ve Hindistan) kendilerini Müslümanlara karşı kullanmasına imkân vermemeleri ve devletin bölünmesi ve parçalanması için çalışmamaları gerekir. Zira bu İslam’da büyük bir suç olup bunun faili de büyük bir günah işlemiş olur. Çünkü Müslümanlar tek bir ümmet olup bölünemez.

Pakistan halklarının gerçek kaynaşmalarının yeniden tesis edilmesi ancak İslam’ın hükümlerinin uygulanması, gerçek İslam kardeşliği fikrinin yayılması ve Müslüman Belucistan halkı ve diğer Müslüman halklar arasındaki zulüm, yoksulluk ve ötekileştirmenin ortadan kaldırılabilmesi için gaz, maden ve benzeri kamu mülkiyetinin gelirlerinden faydalanma konusunda tüm Müslümanlar arasında eşitlik fikrinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir;zira İslam, milliyetçilik naralarını kesin olarak haram kılmış ve Müslümanlar arasında kardeşliği tesis etmiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَMüminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” [Hucurat 10]

Aynı zamanda bu İslam kardeşliği Müslümanları, vahdetlerinin ve izzetlerinin kaynağı ve kardeşliklerinin hakikati olan Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin olduğu tek devletlerini kurmak için çalışanlarla birlikte çalışmaya sevk etmelidir; işte büyük kurtuluş budur.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Zekeriya İmran – Pakistan

Devamını oku...

Dünle Bugün Arasında Meşum Balfour Deklarasyonu!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

El-Raye Gazetesi

Dünle Bugün Arasında Meşum Balfour Deklarasyonu!

Şeyh Said Rıdvan Ebu Avad’ın (Ebu İmad) Kaleminden

Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerine قْرَأْOku.” [Alak 1] veيَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنذِرْEy örtüsüne bürünen (Rasulüm). Kalk ve uyar.” [Müddessir 1-2] ayetleri vahiy olarak inince, iman edenler ve O’na düşman olan kafirler olmak üzere dünya iki gruba ayrıldı.

Aynı şekilde Medine'de İslam Devleti kurulduğunda da dünya Daru'l-İslam ve Daru’l Harb olmak üzere iki dâra bölünmüş ve iki dâr (belde) arasındaki ilişki düşmanlık ve savaş ilişkisi olmuştur. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْDinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.” [Bakara 120] Dolayısıyla savaş devam edecek olup asla durmayacaktır. وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُوا Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” [Bakara 217]

Bu İslam ile diğer dinler arasındaki mevcut çatışmanın hakikati, bunun bir medeniyet (hadarî) ve akidevi çatışma olmasıdır.

Allahu Teala şöyle buyurmuştur: مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ(Ey iman edenler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler.” [Bakara 105] Ve şöyle buyurmuştur: لَا يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلّاً وَلَا ذِمَّةً وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَBir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta kendileridir.” [Tevbe 10] Bunu da Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu kavliyle teyit etmiştir: الْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌKüfür tek millettir.” Bu kaide, İslam Devleti'nin dünyanın diğer ülkeleriyle olan ilişkisini düzenleyen bir kaidedir;İslam'daki tüm antlaşma ve dış ilişkiler fıkhının temeli, dünyayı Daru'l-İslam ve Daru'l-Harb olarak ikiye ayıran “Vela ve Bera (müminleri sevmek, onları dost edinmektir. Kâfirlere buğzetmek, onlara düşmanlık beslemek ve onlardan beri/uzak durmaktır)” kaidesine dayanmaktadır; çünkü çatışma, bir medeniyet (hadari) ve akidevi çatışmadır.

İslam tarihini incelediğimizde, çatışmaların hiç kesilmediğini ve savaşların kıyamete kadar sona ermeyeceğini görürüz; zira bir kadının örtüsüyle savaşan Batı, Müslümanlara asla merhamet etmeyecektir ve Haçlı Seferleri sırasında Endülüs'te, İslami Levant'ta (Bilâdü'ş-Şâm), Balkanlar'da ve her bir yerde işlediği katliamlar ve soykırımlar, onun nefretine ve suçlarına tanıklık etmektedir. İslam Devleti’nin tarihi boyunca halklarla çatışmayı değil, aksine onun misyonunun, insanları karanlıklardan aydınlığa, yöneticilerin zulüm ve adaletsizliğinden İslam'ın adalet ve merhametine çıkarmak olduğu bilinmektedir; İslam medeniyeti (hadaratı) bunun şahididir.

Sömürgeci Batı'nın Müslümanlara karşı en tehlikeli, en iğrenç, en cani ve Müslümanlar üzerinde en büyük etkisi olan savaşı, Osmanlı Hilafetinin yıkılması, parçalanması ve tüm beldelerinin sömürgeleştirilmesiyle sonuçlanan savaştır.

Hristiyan ülkeler, kötü niyetli sömürgeci zihniyet tarafından tasarlanan en tehlikeli planları ve uygulamaları takip etmiş olup bu da aşağıdaki hususları temsil etmektedir:

* İslam beldelerinin, bir devletin tüm unsurlarından yoksun, karar alma gücünü kaybetmiş ve servetleri yağmalanmış kırılgan ve zayıf devletçiklere bölünmesi.

* Bu ülkelerin, sömürgeci ülkeler tarafından sömürgecilere dağıtılması.

* Ülkeler arasındaki sınırların, Müslümanları birleştiren İslam bağının, İslam akidesine aykırı olan ve Müslümanların vahdetini ve kalkınmalarını engelleyen iğrenç vatancı, milliyetçi ve mezhepçi bağlar ile değiştirilerek çizilmesi.

* Yaşamın tüm yönlerine yönelik ayrıntılı anayasa ve kanunların, Batı’nın nüfuzuna hizmet edecek şekilde hazırlanması.

* Sömürgeciye hizmet etmekten, tahtlarını korumaktan ve hesaplarında malvarlıkları toplamaktan başka bir şey bilmeyen Batı yanlısı ve halklarına düşman olan yöneticilerin atanması.

* Orduların inşa edilmesi ve çarpık bir askeri doktrin taşır hale gelinceye kadar onların eğitimlerinin ve silahlanmalarının denetlenmesidir ki böylece orduların görevi, tahtları ve düşmanı korumak ve ticaret ve geçim konusunda halklarıyla rekabet etmek olsun.

Sonra en tehlikeli proje gelmiştir: dikkat edin o, sömürgecinin uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmek için Filistin'de Yahudiler için ulusal yurt kurmaktır ki bu hedeflerden bazıları şunlardır:

* İslam beldelerinin parçalanmasına odaklanmak için İslam beldelerinin Asya kanadını Afrika kanadından ayırmak.

* Batı’nın gelişmiş askeri üssü olsun diye Yahudi varlığının İslam beldelerinin kalbine dikilmesi.

* Bölge ülkelerine karşı caydırıcı ve üstün bir güç olması, Arap ülkelerinin zayıflatılması ve nükleer olanlar da dahil olmak üzere onların her türlü sivil ve askeri sanayiye sahip olmalarının engellenmesi için mutant varlığa tüm askeri ve nükleer güç nedenlerinin temin edilmesi.

* Yatırım projeleri ve ticaret anlaşmaları yoluyla devşirme varlığın bölge ekonomilerine egemen olmasının sağlanması ve bölgenin faizli kredilerle boğulması.

* Bu varlığın bilimsel, teknik ve sanayi olarak üstünlüğünün sağlanması.

* Uluslararası ticaret yollarının kontrol edilmesi.

* Petrol de dahil olmak üzere bölgedeki doğal kaynaklara egemen olunması.

* Su kaynakları üzerinde hegemonya kurulması ve belde halkının bunlardan mahrum bırakılması.

* Yahudi varlığını ilk tanıyanlardan biri olan Arap Birliği gibi bölgesel örgütlerin kurulması ve aynı şekilde bölgeye odaklanmak ve birliğini önlemek için Körfez Birliği'nin kurulması.

* Filistin halkının sürülmesinin ardından silahlı suç çeteleri olarak Filistin’e getirilen Yahudilerin yerleştirilmesi; bu çetelerin en meşhurları İngiliz mandası tarafından silahlandırılan ve desteklenen Haganah, Stern, İrgun, Betar ve Palmah’tır. Nitekim 1948 yılında Yahudi varlığının kuruluşunun ilan edilmesinden 12 gün sonra bir ordu kurarak birleşen bu çeteler, Kafr Kasim, Deir Yasin ve diğer köylerde silahsız sivillere yönelik en iğrenç katliamlar işlediler.

1917 yılının kasım ayında, Filistin’i var olmayan bir halka vermeyi öngören meşum Balfour Deklarasyonu, sahibi olmayan sömürgecinin, layık olmayanlara verdiği bir vaatti.

Filistin halkı, sonuncusunu Gazze ve Batı Şeria'da bir yıldan uzun bir süredir gördüğümüz ve yüz binlerce şehit ve yaralı ve 10.000'den fazla kayıpla sonuçlanan, onlarca çocuk ve yaşlının ölümüne neden olan büyük bir yıkımın ve kıtlığın ortasında, hâlâ vahşet, baskı, öldürme, yerinden edilme ve soykırım savaşının acısını çekmeye devam etmektedir.

Tüm bunlar İngiltere'nin meşum (Balfour Deklarasyonu’nun) bir sonucu olup bu da Filistin halkının hâlâ acısını çektiği trajedi ve felaketlerle sonuçlanmıştır.

Tarih, Yahudi varlığının kuruluşu gibi bir devletin kuruluşuna tanık olmamıştır. Katiller çeşitli ülkelerden getirilerek uluslararası gözetim altında suç çeteleri oluşturdular ve bunları silahlandırdılar; öte yandan meşru müdafaa hakkı olduğunu iddia ettikleri çocuk, yaşlı ve kadınlara yönelik en iğrenç katliamları işlemelerine yeşil ışık yakılan çetelere karşı Filistin halkının kendilerini savunmak için bir bıçak sahibi dahi olmalarını engellediler.

Bu varlık şeytani bir bitkiydi ve çeteler bir ordu oluşturdu; sonra bir devlet türetmek için bir halk getirildi, böylece ordu halkın ve devletin varlığından önce oluşturuldu ve böylece de Batı, projesini hayata geçirmek için tüm planlarında başarılı oldu.

Müslümanların düşmanlığını, hâlâ ona sponsorluk yapmaya devam eden, ona her türlü güç nedenlerini tedarik eden, ona siyasi ve uluslararası örtü sağlayan ve onun tüm suçlarını meşrulaştıran gerçek düşmandan saptırmak için bu varlığı türeten de işte bu Balfour Deklarasyonu’dur.

Bizim katledilmemize ortak olan kurucu İngiltere’ye ve kuluçka makinesi Amerika'ya, bize adalet sağlaması için çağrıda bulunmak içler acısıdır; onlardan gelen cevap ise, işlediği tüm suçlara rağmen bu cani varlıkla normalleşmeyi ve ülkeye nüfuz etmesi ve nefislerimizdeki cihat ve kurtuluş ruhunu öldürmesi için ona ülkenin ardına kadar açılmasını dayatarak bizi daha da aşağılamak oldu.

Nitekim çatışmanın gerçeğini ortaya çıkarmak, Batı’nın nefretini ve değerlerinin sahteliğini ifşa etmek, varlığın ve ortaklarının gerçekliklerini su yüzüne çıkarmak için Aksa Tufanı operasyonu geldi; zira Yahudi varlığı ve ortakları, dünyanın gözü ve kulağı önünde soykırım gerçekleştirdiler, evleri, camileri, hastaneleri ve okulları yıktılar, işkence ettiler, kuşatma altına aldılar, aç bıraktılar ve Allah katında Kâbe’nin yok olmasından daha kutsal olan kanları ve namusları ihlal ettiler.

Meşum Balfour Deklarasyonu’nun yıldönümü, bizlere gerçek düşmanı öğretmek için gelmiştir; dolayısıyla çatışmanın ve araçlarının gerçeğinin yanı sıra tedavinin gerçeğini bilelim ve delili de getirelim ki böylece özür sahibi için hiçbir mazeret kalmasın.

Yüz yılı aşkın bir süredir ümmetin kanayan yarası olan Filistin meselesi, bu kanserli tümörü söküp atmak için bunun askeri bir mesele olduğunu söylüyor; bu da ancak orduları doğru yönde harekete geçirmekle ve yöneticileri orduları harekete geçirmeye zorlamakla olur. Bu ise sömürgecinin türettiklerinin ve araçlarının yıkılıp kararlarının kaldırılmasını ve Rahman'ın kendileri için arşı salladığı şerefli Sahabelerle birlikte isimlerini yazdırmak amacıyla dinleri ve ümmetleri içinde eriyen şerefli insanlar için savaş ve onur tugaylarının düzenlenmesini gerektirmektedir.

Kaynak: El-Raye Gazetesi - 521. Sayı - 13/11/2024

Devamını oku...

Mozambik Seçimlerinin Ardından Yaşanan Şiddete Bir Bakış!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Mozambik Seçimlerinin Ardından Yaşanan Şiddete Bir Bakış!

Haber:

Mozambik Demokrasi ve İnsan Hakları Merkezi ve Reuters’e göre, 8/11/2024 tarihi itibariyle, iktidardaki Mozambik Kurtuluş Cephesi (FRELIMO) adayı Daniel Chapo’nun, muhalefetin sonuçların hileli olduğunu iddia ettiği 24 Ekim cumhurbaşkanlığı seçimlerinin galibi ilan edilmesinin ardından yaşanan seçim sonrası şiddet olayları sonucunda toplam 34 kişinin öldüğü bildirilirken, diğer kaynaklar ise ölü sayısının 50’nin üzerinde olduğunu bildirdiler.

Yorum:

Seçim şiddeti, dünyanın dört bir tarafındaki demokratik seçimlerin bir parçası olup gelişmekte olan ülkelerde yaygın olan bir olgudur.Küresel raporlar Afrika’daki seçimlerin %19 ila %58’inde şiddet olaylarının yaşandığını tahmin etmektedir. Bu oran 1990’ların başlarında %86’ya ulaşmıştı.

Bazı Afrika ülkelerindeki seçim şiddetine ilişkin bazı örnekler:

Tanzanya’da 1995 yılında yapılan ilk çok partili başkanlık seçiminden bu yana, her beş yılda bir seçim sonrası şiddet, art arda ve sürekli olarak yenilenmektedir.

Daha da rahatsız edici olan ise 2000 yılında yapılan seçim sonrası yaşananlardır; zira -yarı özerk bir ada olan- Zengibar’da devlet kurumlarının seçim sonuçlarını protesto eden kalabalığa ateş açması sonucu 40'tan fazla muhalefet destekçisi vurularak öldürülmüş, 600’den fazla kişi yaralanmış ve tahminen 2,000 kişi de komşu Kenya'ya kaçmıştı.

Aralık 2007’den Şubat 2008’e kadar olan dönemde Kenya’da 1.200'den fazla kişi öldürülmüş ve 350.000'e yakın kişi yerinden edilmiştir; 2010 yılında Fildişi Sahili'nde tahminen 3.000 kişi, 2012 yılında Senegal’de tahminen 15 kişi ve 2024 yılında da Mozambik’te devam eden şiddet eylemlerinde 50’den fazla kişi öldürülmüştür. Tüm bunlar sadece birkaç örnektir.

Mozambik, Afrika ve dünya genelindeki seçim şiddetinin temel nedeni, hiç kuşkusuz demokratik siyasi sistemin de kendisinden çıktığı kapitalist akidenin temel doğasıdır. Zira laik kapitalizmin temeli, insanları ruhi değerler duygusundan mahrum bırakan ve bunun yerine onları maddi kazanç için büyük bir açgözlülüğe iten din ile yönetim arasını ayıran şerir ve mantıksız bir bakış açısını savunmaktadır.

Buna ek olarak Batılı ülkeler, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfuzlarını ve siyasi ve ekonomik çıkarlarını yeni-sömürgecilik yoluyla uygulamak amacıyla gelişmekte olan ülkelerdeki siyasi partileri kontrol etmektedirler.Dolayısıyla tüm durumlarda siyasi partiler arasındaki rekabet ve şiddet, gerçek anlamda masum insanlar pahasına kapitalist sömürgeci devletler arasındadır.

Siyasette ya da diğer alanlardaki kapitalist ilişkilerde ise, hangi araç ya da yöntem kullanılırsa kullanılsın, istenen hedef ve amaca ulaşmak için çatışmada Makyavelist bir yaklaşımın kullanıldığından bahsetmiyorum bile.

Bu durumda demokratik siyasetçiler, çoğu durumlarda siyasi kazanımlarını elde etmek için son derece vahşi araçlar kullanmaktadırlar.Örneğin 1992 yılında dönemin Kenya Devlet Başkanı Moi’nin 1.500 kişiyi öldürdüğüne ve Rift Vadisi’nde yaşayan yaklaşık 250.000 kişiyi zorla yerinden ettiğine ve muhalefete oy vermelerini engellediğine inanılmaktadır.

Mozambik’te aralarında iki önemli muhalif ismin de bulunduğu çok sayıda insanın hayatına mal olan bu tehlikeli aşamadaki mevcut acı verici durum, kapitalist sömürgeci devletlerin zenginliklerinin ve devasa miktardaki doğal kaynaklarının sömürülmesini meşrulaştırmak için işledikleri çok sayıdaki şiddet eyleminden sadece biridir.

Ne yazık ki Mozambik bir zamanlar, İslam’ın gölgesinde yaşarken ve şimdi zengin olan Cabo Delgado Bölgesi’nin kuzey kısmı 1505’te büyük Doğu Afrika yarı İslam devleti Kilwa'nın bir parçasıyken, 1700 yılında sömürgecinin işgaline kadar huzurlu bir hayatın tadını çıkarmıştı. Nitekim Portekiz işgali ve ardından gelen sömürgecilik, halkına sürekli şiddet, cinayet, sömürü ve her türlü kötülükten başka bir şey getirmemiştir.

Mozambik halkının, artık barış ve refahı getirecek, tüm İslam beldelerini birleştirecek ve sömürgeci kapitalizmin sömürüsünün ve şiddetin tüm şekillerini ortadan kaldıracak (Hilafet) Devleti'nin kurmak için çalışmak yoluyla kendilerine en başta huzur veren şeye, yani İslam’a geri dönmesinin zamanı gelmiştir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Said Bitumva - Tanzanya

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER