Salı, 24 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/26
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Hilâfet Farzların Tâcıdır

  • Kategori Kuveyt
  •   |  

Bugünlerde Receb ayı idrâk ediyoruz ki bu ay, H. 28 Raceb-il Ferd 1342 tarihinde Hilâfet'in yıkıldığı aydır. O günden beri, Müslümanların diyârı Halîfe'den, boyunları bey'attan ve beldeleri İslâm hükümlerinden yoksun kaldı. Hilâfet farzların tâcıdır diyoruz, çünkü;

1.   İslâm Risâleti'nin tüm insanlara gelmiş bakımından, diğer risâletlerden farklılığı hususunda hiçbir mü'min ihtilafa düşmez. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا "Biz Seni, müjdeci ve uyarıcı olarak bütün insanlardan başkası için göndermedik." [Sebe 28] O, her zamana ve mekana uygundur ve sorunlar ne kadar değişirse değişsin, ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin Kıyâmet Günü'ne kadar insanın tüm sorunlarına yönelik çözümler ihtivâ eder. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينً "İşte bugün, Size Dîninizi kemâle erdirdim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'a râzı oldum." [el-Mâ'ide 3]

Kezâ İslâm, bir din ve hadârat olmasıyla da diğer ideolojilerden üstündür, insan vakıasına mutabık pratik vakıasıyla seçkindir ve teorik bir din olmayıp gereğince amel edilmek üzere indirilmiştir. Bu nedenle İslâm, sadece Akîdeyi ve çözümleri açıklayıcı fikirlerle sınırlandırılmaz. Bilakis, bu çözümleri uygulama keyfiyetini, Akîdeyi koruma keyfiyetini ve bu Akîdeyi âleme taşıma keyfiyetini de açıklamıştır. İşte onun metodu budur.

Metot, emîrler ve nehîyler gibi şer'î hükümlerdir. Her ne kadar imânın farziyeti ve irtidadın (dinden dönmenin) nehyi fikirden olsa da mürtede yönelik muamele ve üzerine hükümlerin tatbik edilmesi metottandır. Nitekim Allah [Subhânehu ve Te'alâ], iffetli olmayı emrettiği, zinâdan nehyettiği, ferdî mülkiyetin korunmasını emrettiği, hırsızlıktan nehyettiği gibi namusu koruma keyfiyetini, zinâ edenin cezâsını, yağmanın ve ihtilâsın hükümlerini ve hırsızlık haddini de açıklamıştır. İşte tüm bunlar, hiç sapmaksızın kendileriyle mukayyet olmanın farz olduğu şer'î hükümlerdir. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmuştur:  فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا "Hayır! Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Seni hakem kılıp içlerinden de bir sıkıntı duymaksızın verdiğin hükme tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkları sürece imân etmiş olmazlar." [en-Nîsa 65] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا  "Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'mine bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36]

Hâşâ Allah, infâz keyfiyetini beyân etmeksizin insanın sorunlarını çözmeye yönelik şer'î hükümler inzâl etmekten münezzehtir. Örneğin bize, zinâ etmeyiniz, hırsızlık yapmayınız ve içki içmeyiniz deyip de öylece bırakmaktan münezzehtir. Çünkü bu şekilde çözümler, vakıaya tatbik edilmesi imkansız teorik bir felsefeye dönüşür ki bu, küçük-büyük hiçbir şeyi bırakmaksızın insana her şeyi açıklayan ve beşere hevâdan ve akıldan çıkan hükümlerin hükmetmesine asla yer bırakmayan İslâm'ın tabiatına muhaliftir. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَاناً لِّكُلِّ شَيْءٍ "Kitâbı da Sana her şey için bir açıklama olarak indirdik." [en-Nahl 89] Kezâ Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  لاَ يُؤْمِن أَحَدكُمْ حَتَّى يَكُون هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْت بِهِ "Sizden biri îmân etmiş olmaz, tâ ki hevâsı getirdiklerime tâbi oluncaya kadar." [el-Buhârî rivayet etti] Bizlere İslâm ile hükmetmeyi emretmesi Allah'ın emirlerindendir ve İslâm'dan başkası ile hükmetmeyi nehyetmesi de Allah'ın nehiylerindendir. Allahu Subhânehu şöyle buyurmuştur:  وَأَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُصِيبَهُمْ بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ "Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet ve onların hevâlarına uyma! Allah'ın Sana indirdiklerinin bir kısmından Seni saptırmalarından sakın! Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah bununla ancak, günâhlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. Muhakkak ki insanların bir çoğu da zâten fâsıklardır." [el-Mâide 49] Bizlere bu hükmetmenin, uygulama keyfiyetini de açıklamıştır. Zîra yönetime ilişkin olarak Hilâfet cihazlarının, Halîfe'ye bey'at şartlarının ve devletin cihâzlarının detaylarının açıklandığı tafsilî bir nizâmı şeriat kılmıştır ki o, Hilâfet Nizâmı'dır. [Bunu tafsîli olarak, Hizb-ut Tahrir neşriyatlarından olan İslâm'da Yönetim Nizâmı ve Hilâfet Devleti'nin Cihâzları [Yönetimde ve İdârede] kitaplarında açıkladık] İşte bu, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e inzâl ettikleriyle hükmetme emrinin infâzına ilişkin İslâm'ın metodudur ve bu metot insanların, bir devlet dâhilinde Allah'ın Şeriatı'nı uygulamada kendilerine Allah'ın Kitâbı ve Nebîsinin Sünneti üzere vekil olacak Halîfe'ye bey'at ettikleri Hilâfet Nizâmı'dır. Böylelikle Ümmet'in Akîdesini muhâfaza edecek, açık küfrün izhârını engelleyecek, farzları infâz edecek, haramları yasaklayacak, zekâtı alacak, müstahak olanlara verecek, hadleri ikâme edecek, husumetleri fasledecek, insanların işlerini gözetecek, İslâm'ı bir risâlet olarak Dâvet ve Cihâd yoluyla tüm dünyaya taşıyacaktır. Böylece İslâm, insanlara tatbik edilmekle ve dünyaya taşınmakla yeryüzünde capcanlı ilerleyecektir. Bu ise, Hilâfet olmadan kesinlikle mümkün değildir. İşte bu nedenle Hilâfet, farzların tâcı olmuştur.

2.   İnsan tabiatı gereği, içgüdülerinin ve uzvî ihtiyaçlarının doyurulmasına muhtaçtır. Bu doyurulma da muayyen bir tanzîme muhtaçtır. Aksi takdirde insan, mutsuzluk içerisinde mustarip bir halde yaşar. Oysa insan, bizzat kendisi için nizâm koyamaz. Çünkü eksiktir, acizdir ve başkasına muhtaçtır. Dolayısıyla bu nizâm, insanı ve insanla birlikte o içgüdüleri ve uzvî ihtiyaçları yaratan Yaratıcı'dan gelmelidir ki O, bu doyumun tanzîm keyfiyetini en iyi bilen Allah Subhânehu'dur. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  أَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ  "Hiç yaratan bilmez mi? O, Latîf'tir, Habîr'dir." [el-Mulk 14] Binaenaleyh Efendimiz Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in risâleti, insanın içgüdülerinin ve uzvî ihtiyaçlarının doyumunun düzenlemesi amacıyla Yaratıcı tarafından inzâl edilmiş nizâmdır. Zîra ibâdetlere mahsus bir nizâm kılınarak bu nizâm çerçevesinde tedeyyün içgüdüsünün doyumu düzenlenmiş, içtimâî bir nizâm kılınarak bu nizâm çerçevesinde nevî içgüdüsünün doyumu düzenlenmiş, iktisâdî ve siyâsî bir nizâm kılınarak bu nizâm çerçevesinde bekâ içgüdüsünün doyumu düzenlenmiş, yiyeceklere ve içeceklere ilişkin bir nizâm kılınarak bu nizâm çerçevesinde uzvî ihtiyaçların doyumu düzenlenmiştir. Ancak bu nizâmlar ve hükümler, özet ve genel olarak okuduğumuz kitapların derinliklerinde kaldığı sürece insanın hayatını tanzîm etmekten uzak kalır. Tam aksine mutluluğa ve mutmainliğe götürecek doyumun gerçekleşmesi için bunların hayatta fiilen tatbik edilmesi kaçınılmazdır. Zîra Allahu Te'alâ'nın şu kavli:  وَأَعِدُّواْ لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدْوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ  "Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvetten ve (Cihâd için beslenen) savaş atlarından hazırlayın ki hem Allah'ın düşmanlarını, hem kendi düşmanlarınızı korkutasınız." [el-Enfâl 60] Ve şu kavli:  وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا  "Allah, alış verişi helal, fâizi haram kıldı." [el-Bakara 275] Ve şu kavli:   وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ  "İmân edinceye kadar müşrike kadınlarla evlenmeyin. Mü'mine bir câriye, velev hoşunuza gitse de müşrike bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır." [el-Bakara 221] Ve Allah'ın diğer hükümlerinin sonuçları, İslâm yönetime getirilmedikçe asla tezâhür edemez. İslâm ise, insanları bu hükümlerle mükellef kılacak ve bunlara muhâlefet eden herkesi cezalandıracak Hilâfet kurulmadıkça asla yönetime gelemez. Hilâfet'in kurulması ise Ümmet, Allah'ın hükümlerini infâz edecek ve içgüdülerin ve uzvî ihtiyaçların Allah'ın şeriatına göre doyurulması için insanların ilişkilerini bu hükümler esâsına göre tanzîm edecek Halîfe'ye -gönüllü ve muhayyer olarak- otoritesini bey'at yoluyla vermedikçe asla gerçekleşemez. Yine buradan da Hilâfet'in farzların tâcı olduğu ortaya çıkmaktadır.

3.   Toplum açısından baktığımızda görürüz ki, toplumun yükselişi ve insanların huzuru, insanların maslahat olarak değerlendirdikleri şeylere, ilişkilerini düzenleyen nizâmlara ve insanlar nezdinde kanaatleri ve duyguları şekillendiren fikirlere dayanır. Dolayısıyla hem maslahatların yüksek olması, hem de nizâmların sahîh olması gerekir. Pratik vakıa ortaya koymuştur ki insan, kendisi için sahîh bir nizâm koymaya veya yüksek maslahatlar belirlemeye muktedir değildir. İnsan, hidâyetsiz bir şekilde bırakıldığında da kızları diri diri toprağa gömer, yol keser, taşa tapar, zîna eder ve nesebi helâk eder. Dolayısıyla Allah [Subhânehû ve Te'alâ] insana, yüksek maslahatları, aydın fikirleri ve yüce duyguları açıklayan Rabbânî bir nizâm göndermedikçe kerîm bir hayat yaşayamaz. Böylece insanı, kendisine faydalı olanlara irşâd eder, hayrı ve şerri, haseni ve kabihi belirler. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  فَلاَ تَضْرِبُواْ لِلّهِ الأَمْثَالَ إِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ "Allah'a asla emsâller (benzerler) göstermeyin. Şüphesiz Allah bilir, ama siz bilmezsiniz." [en-Nahl 74] İşte şer'î nizâmın, insanların ilişkilerinde somutlaşmasına yönelik kendisine özgü bir metodu vardır ki o, Hilâfet'tir. Çünkü İslâm esâsına göre ilişkilerin tanzîm edilmesi, husumetlerin fasledilmesi ve maslahatların gözetilmesi, Allah'ın inzâl ettikleriyle hükmedilmedikçe mümkün olmaz. Bu da Hilâfet Nizâmı olmadıkça mümkün olmaz. el-Mustafâ [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in sîretini araştırdığımızda, Aleyhi's Salâtu ve's Selâm'ın, Mekke'de iken ne insanların maslahatlarını gözettiğini, ne husumetleri faslettiğini, ne orduyu teçhiz ettiğini, ne de envâ-i türde işkenceye maruz kaldıkları halde Ashâbı için bir şey yaptığını görürüz. Çünkü o zaman ne İslâm Mekke toplumunun nizâmı, ne de Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] yöneticisi idi. Ancak O, el-Medîne'de iktidarı teslim alır almaz insanlar arasında hükmetti, husumetleri fasletti, zekatı toplayıp dağıttı, hadleri ikâme etti, valîler atadı, elçileri karşıladı, muahedeler yaptı, insanları Allah'ın indirdikleri siyâset etti ve maslahatlarını İslâm ile gözetti. Ebu Bekr, Umer, Usmân ve Alî [RadiyAllahu Anhum Ecmaîn] bu şekilde O'na halef olarak Nübüvvet Metodu hattı üzerinde yürüdüler. Ümmet'in Akîdesini korudular, Kur'an'ı topladılar ve insanların gözetilmesinde en seçkin örnekler sergilediler. Toplumları, İslâm esâsına göre siyâset ettiler, yüksek maslahatlara, fikirlere ve duygulara sahip oldular ve insanlar, Allah'ın Dîni'nin tatbikinin saadeti sayesinde mesut ve mutmain bir şekilde yaşadılar. Gerçekten farzların tâcı olan Hilâfet olmasaydı bunlar nasıl olurdu?

4.   Hilâfet'in farzların tâcı olduğunu teyit eden hususlardan biri de Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın İslâm'ın tebliğini ve dünyaya taşınmasını emretmesidir. Bu da Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in sîretinde gayet açıktır, nitekim şöyle buyurmuştur:  يا عم، إنما أردتهم على كلمة واحدة تدين لهم بها العرب وتؤدي إليهم بها العجم الجزية... "Ey Amca! Ben onlardan ancak öyle bir tek söz istiyorum ki sayesinde Araplar kendilerine boyun bükerler ve sayesinde Acemler (Arap olmayanlar) kendilerine cizye öderler." Buna en keskin delîl, İkinci Akabe Bey'atı'nın metninde geçer. Orada el-Abbâs ibn-u Nadlet-el Evsî şöyle diyordu: { يا معشر الأوس والخزرج، تعلمون على ما تقدمون عليه؟ إنّما تقدمون على حرب الأحمر والأبيض وعلى حرب ملوك الدنيا } "Ey el-Evs ve el-Hazrec topluluğu! Sizler ne yapmak üzere olduğunuzun farkında mısınız? Sizin yapmak üzere olduğunuz şey ancak, hem kızıla ve beyaza savaş açmaktır, hem dünyanın krallarına savaş açmaktır." O kadar ki bu, Harb Bey'ati diye adlandırılmıştır. İşte Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], el-Medîne'de İslâmî yönetimin ikâmesinden sonra ve İslâmî Devlet'in yöneticisi olmasıyla birlikte, Rabbinin risâletini, el-Medîne sınırlarını aşarak Dâvet ve Cihâd yoluyla diğer milletlere ve ümmetlere taşımış, taşıdığı bu dâvet şöyle olmuştur:  فَادْعُهُمْ إِلَى ثَلاَثِ خِصَالٍ أو خِلاَلٍ فَأَيَّتُهُنَّ مَا أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثَمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلاَمِ فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثَمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأخْبِرْهُمْ اِنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ، فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأخْبِرْهُمْ اَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَكُونَ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلاَّ أَنْ يَجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ، فَإِنْ هُمْ أَبَوْا فَسَلْهُمُ الْجِزْيَةَ، فَإِنْ هُمْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، فَإِنْ هُمْ أَبَوْا فَاسْتَعِنْ بِاللهِ عَلَيْهِمْ وَقَاتِلُهُمْ "Onları üç haslete yahut sıfata dâvet et. Bunlardan hangisinde sana icâbet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlardan elini çek! Sonra onları İslâm'a dâvet et, eğer sana icâbet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlardan elini çek! Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) Dâr-ul Muhâcîrûn'a (Dâr-ul İslâm'a) ayrılmaya (hicrete) dâvet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde muhâcirlerin lehine olan onların da lehine olur, muhâcirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur. Eğer oralardan (beldelerinden) ayrılmayı reddederlerse, onlara haber ver ki Müslüman A'râbîler (bedevîler) gibi olurlar; Mü'minler üzerine icrâ edilen Allah'ın hükmü onların da üzerine icrâ edilir, ama onların ğanîmette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz, Müslümanlar ile birlikte Cihâd etmeleri müstesnâ. Eğer (böyle Müslüman olmayı) reddederlerse, onlardan cizye iste. Eğer sana icâbet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlardan elini çek! (Bunu da) reddederlerse, onlara karşı Allah'tan yardım iste ve onlarla savaş!" [Sahîh-i Muslim] İslâm'ın Dâvet ve Cihâd yoluyla taşınması, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in üzerinde seyrettiği metot ile Müslümanlara farzdır. Ancak bu, öncelikle İslâm'ın Müslümanların üzerine tatbîk edilmesine ve İslâm'a yönelen insanların yönlerini çevireceği bir Dâr-ul İslâm'ın ikâmesine muhtaçtır. Bu da Hilâfet ikâme edilmedikçe mümkün olmaz. Ayrıca Ümmet'in enerjisinin ve azminin tek bir liderlik altında organize edilmesine muhtaçtır. Bu da İslâm'ı tatbîk edecek, Dâvet ve Cihâd yoluyla Ümmet ile birlikte dünyaya taşıyacak bir Halîfe'ye bey'at edilmedikçe gerçekleşmez. Dolayısıyla buradan da Hilâfet, farzların tâcı olmaktadır. Üstelik bu ifâde, Müslümanlara hiç de yabancı bir ifâde değildir. Bilakis Ümmet'in muteber alîmleri, Hilâfet'in farzların tâcı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Örneklerden sadece biri İmâm el-Mâverdî, "Edeb-ud Dunyâ ve'd Dîn" isimli kitâbındaki ifadesidir: "Sultân'ı zâil olup da hükümleri değiştirilmemiş ve alâmetleri silinmeye yüz tutmamış bir dîn yoktur... Zîra sultânda, dîni korumak, onu savunmak ve onda arzuları uzaklaştırmak vardır... Bu iki açıdan, sultân'ı ile dînin korunması için zamanının sultân'ı olacak bir imâmın (halîfenin) ikâmesi ve bu sultân'ın dînin sünnetleri (metotları) ve hükümleri üzere yürürlükte olması farzdır." İmâm İbn-u Hazm ise "el-Mahallâ" kitabında şöyle der: "İmâmın (halîfenin) ölümünden sonra yeni imâm seçiminde üç günden fazla tereddüt etmek câiz değildir." Yine "el-Fasl fî'l Milel ve'n Nihal" kitabında da şöyle der: "Aklî bir zaruret ve aksiyom olarak öğrendik ki Allah'ın insanlara, farz kıldığı hükümleri, bu cümleden mâlîye, cezalar, kan (hükümleri), nikah (hükümleri), mazluma insaf ve kısas almaya ilişkin hükümleri ikâme etmeleri... bütün bunlar imâm (halîfe) olmadıkça asla mümkün olmaz." Yine İmâm Ahmed ibn-u Hanbel, fitneyi şöyle tanımlar: "Fitne, insanların işlerini yürütecek bir imâmın (halîfenin) bulunmadığı zamandır." İmâm el-Ğazâlî de şöyle der: "Dîn ve Sultân ikiz kardeştir. Onun için denilmiştir ki dîn esâstır ve sultân muhâfızdır. (Sultânın) esâsı olmazsa yıkılır, gider. (Dînin) muhâfızı olmazsa, kaybolur, gider." İmâm İbn-u Teymiyye ise "es-Siyâset-uş Şer'îyye" kitabında şöyle der: "Bilinmelidir ki insanların velâyet-i emr'i (yöneticiliği) dînin en azîm farzlarındandır, hatta onsuz dîn kâim olmaz."

Böylelikle Hilâfet'in niçin farzların tâcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Hilâfet kurulmadıkça Allah'ın hükümlerinin yeryüzünde bulunması imkânsızdır. O halde Hilâfet, Ümmet'in en öncelikli meselesi, hayat-memat meselesi olmalıdır. Zîra Hilâfet olmaksızın insanların hayatını, namusunu, malını, aklını ve şerefini koruyan farzların hiçbiri icra edilemez. Hilâfet'ten başka kısâsı tatbîk edecek, malı güvence altına alacak, hırsızlığa mâni olacak ve namusları koruyacak kim vardır?! Kezâ Hilâfet'ten başka, Cihâd için hazırlık yapacak, orduyu harekete geçirecek, düşmanları korkutacak, Müslümanların izzetini koruyacak, kadınların, yaşlıların ve çocukların himâyesi için genel seferberlik ilân edecek olan kim vardır?! Bütün bunlar ölüm-kalım meselesi olduğuna göre Hilâfet, en üst önceliğe sahip başlıca hayatî mesele olarak algılanmaya müstahaktır. Hilâfet'in hayatî mesele addedilmesi gerektiğine dair delîller, Allah'ın Kerîm Kitâbı'ndan, Kerîm Rasûlü'nün Sünneti'nden ve Kerîm Sahâbenin icmâından derlenmiştir. Zîra Allah [Subhânehu ve Te'alâ] zikrettiğimiz pek çok âyette İslâm ile hükmetmemizi emrederken Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] de pek çok kez Halîfe'ye bey'at etmemizi emretmiştir. İmâm Muslim, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:  مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لا حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً "Her kim itaatten elini çekerse, Kıyâmet Günü'nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Te'alâ'nın karşısına çıkar. Her kim de boynunda bey'at olmadan ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur." Sahâbe [Rıdvânullahi Aleyhim] ise Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in irtihâli ardından bir Halîfe çıkarılması farîzası üzerinde icmâ etmişlerdir. O kadar ki Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in pak naaşını defnetmemişler, iki gece kefenlenmiş halde yatağında bırakıp Halîfe seçimi ile meşgul olmuşlardır.

Ey Müslümanlar! Müslümanlar için bir Halîfe'nin ikâmesini ihmâl etmek, en büyük mâsiyetlerden bir mâsiyettir. Çünkü bu, dînin hükümlerinin ikâmesinin, dahası İslâm'ın hayat sahasındaki varlığının kendisine bağlı olduğu İslâm'ın farzlarından en önemli bir farzın ikâmesini ihmâl etmektir. O takdirde Müslümanlar, kendileri için bir Halîfe'nin ikâmesini ihmal etmekle hep birlikte büyük bir günah işlemiş olurlar. Eğer bu ihmâlkârlık üzerinde ittifak ederlerse, günah dünyanın her yerindeki her bir ferdin üzerine terettüp eder.

Eğer bazı Müslümanlar, bir Halîfe'nin çıkarılması için çalışırlarken diğer bir kısmı çalışmazlarsa günah, Halîfe'nin ikâmesi için çalışanlardan düşer ve Halîfe'yi ikâme edinceye kadar diğerleri üzerinde farz olarak kalır. Çünkü bir farzın yerine getirilmesiyle meşgul olmak; yerine getirmek için uğraşıldığından ve yerine getirilmesini sağlamaya karşı duran engellerin kerih görülmesinden dolayı, vaktinde yerine getirilmemesinden ve hiç yerine getirilmemesinden kaynaklanan günahı düşürür. Bu farzı yerine getirmeye yönelik çalışma içinde çaba harcamayanlar ise, Halîfenin gitmesinin üzerinden üç gün geçtiği andan Halîfe yeniden seçilinceye kadar bu günahı boyunlarında taşırlar. Çünkü Allah onlara bir farzı emrettiği halde onlar bunu yerine getirmemişler, yerine getirilmesine yönelik çalışma içinde çaba da harcamamışlar, işte bunun için günaha müstahak olmuşlar, dolayısıyla dünyada ve Âhirette Allah'ın azâbına ve aşağılamasına müstahak olmuşlardır. Halîfenin ikâmesi yahut ikâmesine yönelik çalışmalar konusunda yerlerinde oturmalarından dolayı günaha müstahak olmaları, Müslümanın onu, yani Allah'ın emrettiği farzlardan herhangi bir farzı, hele ki sayesinde farzların uygulanabildiği ve dînin hükümlerinin ikâme edilebildiği, İslâm'ın konumunun yükseltilebildiği ve Allah'ın kelimesinin hem İslâm beldelerinde hem de dünyanın dört bir yanında en yüce haline getirilebildiği bir farzı terk etmesi halinde azâba müstahak olacağı hususunda açıkça görülmektedir.

Binâenaleyh Allah'ın, dînin ikâmesi için kendisine farz kıldığını yerine getirmede, yeryüzündeki hiçbir Müslümanın yerine oturmak hususunda özrü, mazereti yoktur. Dikkat ediniz o, yeryüzünün Hilâfet'ten mahrum olduğu ve ne Allah'ın hurumâtının muhâfazası için Allah'ın hadlerini yerine getirildiği, ne dînin hükümlerinin yerine getirildiği, ne de Müslümanlar topluluğunun [لا إله إلا الله محمد رسول الله] râyesi altında toplanabildiği bir sırada Müslümanlar için bir Halîfenin ikâmesi için çalışmaktır. Muhakkak ki bu farz yerine getirilinceye kadar, yerine getirmekten geri kalmak hususunda İslâm'da hiçbir ruhsat yoktur. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24) وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlu sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız. (24) İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının. Muhakkak ki Allah, İkâbı Şedîd olandır." [el-Enfâl 24-25]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hükümet'in Müslümanları Kontrol ve Güdüm Altına Alma Girişimleri Fiyaskoya Mahkûmdur

Londra, Birleşik Krallık, 18 Temmuz 2008 - Bayan Hazel Blears'ın bugünkü açıklamaları yalnızca, bakanlığının yayınladığı belgenin, İslâmî inanç sistemine yönelik olarak toplumsal ilişkileri göz ardı ederek hazırlanmış İngiliz dış politikasının ayıplarını ve kusurlarını yansıttığını teyit etmektedir. Hükümet, yeni bir "uysal İngiliz İslâm'ı" biçimlendirme girişimiyle Müslümanların eleştirel ağızlarını susturabileceğine inanmış görünmektedir. BBC'nin Today programına konuşan Topluluklar Bakanı, Müslüman âlimlere finansman sağlayan yeni hükümetin, "teolojiye bakış" yapacağını ve İslâm'ın "gerçek yorumu"nu sağlayacağını söyledi.

Onun bu açıklamasını yorumlayan Hizb-ut Tahrir'in Britanya'daki Medya Temsilcisi Tâci Mustafa şöyle dedi: "Gerek medreselerdeki çocukların vatandaşlık bilinciyle beyinlerinin yıkanması önerisinde, gerekse yeni İmâmlar Kurulu önerisinde, İngiliz Hükümeti'nin Müslüman topluma ve İslâm'ın meselelerine müdâhalesi, diğer herhangi bir dîn yahut toplum ile karşılaştırıldığında benzersizdir."

"Toplumda yaygınlaşan saygısızlık ve ferdiyetçilik kültürü ile birlikte bölgesel ve ulusal kimlik arasındaki mevcut çatışmalar, nedense Bayan Blears Hükümeti'nin herhangi bir kimseye kimlik ve vatandaşlık öğretmesi için gündemine gelmemektedir."

"Üstelik, İngiliz dış politikasının eleştirel yansıması, sürekli ‘İslâmî aşırılık' hedefini seçmektedir. Aslında hükümet kendisini ve başkalarını kandırmakta, sebebi teolojide aramaktadır. Kendi dış politikalarına muhâlefet edenlerin, ilkel aşırılıkla eşdeğer olduğunu savunan sözde güvenilir şahsiyetler öne çıkarmaktan başka bir şey de bulamamaktadır. Şu anda problemleri, işlerini yapacak böylesi sözde güvenilir şahsiyetler bulmak haline gelmiştir."

"Bayan Blears'ın, bu yeni kurulun bağımsız olacağı, Oxford ve Cambridge Üniversiteleri tarafından oluşturulacağı iddiaları ise hiç de inandırıcı değildir. Uysal ve ılımlı görüşlere sahip olanların bu kurula üye yapılması için ya bizzat kendisi incelemede bulunacak, yada kaçınılmaz olarak Hükümet, kurulun gündemine doğrudan veya dolaylı müdâhalelerde ve dayatmalarda bulunacaktır, aynen Suudi Arabistan ve Mısır'da Batı'ya ‘dost rejimlerin' alışılageldik uygulamaları gibi!"

"Toplum ve dîn mühendisliği kapsamındaki böylesi girişimler feci halde fiyaskoya uğramakla kalmayacak, muhtemelen Müslüman topluma yönelik daha fazla nefret de körüklemiş olacaktır. Nitekim Müslümanların bu şekilde devlet müdâhalesine mâruz bırakılmaları, onlara yönelik ötekileştirmeyi daha da yükseltecektir."

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ocampo ve Benzerlerine Ancak Râşidî Hilâfet ile Cevap Verilir

Devletlerarası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Luis Moreno-Ocampo, Darfûr'da soykırım yapmak, savaş suçları ve insanlığa karşı cürümler işlemek suçlamasıyla Sudan Devlet Başkanı Umer el-Beşîr hakkında tutuklama kararı çıkardı. Bu tür olaylarda her zaman olduğu gibi öfke ve eleştiri yürüyüşleri düzenlemek için insanlar toplandılar, gazetelere ve benzeri yayın organlarına beyânatlar vermek için birbirleriyle yarıştılar.

Bu vakıa karşısında aşağıdaki hakîkatleri açıklamak kaçınılmazdır:

1.   Darfûr'da dönen çatışma, Amerika ve Avrupa [İngiltere ve Fransa] arasında devletlerarası bir çatışmadır. Amerika Güney Sudan'da tek başına kalınca, İngiltere ve Fransa, Darfûr'da kendilerinin de bir payı olmasını istediler. Hükümet ve isyancı hareketler, işte bu çatışmanın birer aracı olmaktan öte bir şey değildirler.

2.   Devletlerarası Ceza Mahkemesi, bu çatışmada Avrupa'nın araçlarından bir araçtır. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Nâfi Alî Nâfi'nin mahkemeyi tanımlayan şu sözü bunu teyit etmektedir: "Ben diyorum ki bu, Avrupa zulüm mahkemesidir, devletlerarası zulüm (suç) mahkemesi değildir..." Buna ilâveten Hartum'daki Amerikan Sefâreti Maslahatgüzarı Alberto Fernandez şöyle diyordu: "Amerika, ‘Roma Antlaşması'nı' imzalayan ve onaylayan devletlerden biri değildir... Dolayısıyla Devletlerarası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Luis Moreno-Ocampo'nun Cumhurbaşkanı Mareşal Umer el-Beşîr'e karşı attığı adımlarla hiçbir alakamız yoktur." Açıktır ki Ocampo'nun yaptıkları, Darfûr'da isyancılar lehine daha fazla tavizler verilmesi ve dolayısıyla Güney Sudan'da kaybettiği nüfuzun daha büyüğüne Darfûr'da sahip olması için Avrupa baskısının dairesi kapsamına girmektedir.

3.   Bu mahkeme, Darfûr'daki suçlara bakma meşruiyetini, Güvenlik Konseyi'nin, yani Sudan'ın üyesi olduğu Birleşmiş Milletler'in verdiği yetki ile elde etmiştir. Oysa herkes bilmektedir ki Birleşmiş Milletler, İslâm Akîdesi esâsına dayanmayan bir örgüttür. Hem o, hem onun organları ve görevlendirdiği kurumlar, ele aldıkları meseleleri, Allah'ın indirdiklerini dışlayıp büyük Sömürgeci Kâfir devletlerin çıkarlarını gerçekleştirecek hükümler ile çözmekte veya hükmetmektedirler.

Bize düşen, kendimizi Sömürgeci Kâfirin ilmiğinden kurtarmamızdır. Bu da azîm İslâm ideolojisi ve onun devleti olan Râşidî Hilâfet dışında hiçbir şey ile mümkün değildir. Çünkü;

  • Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya vb. gibi, beldelerimize tamah eden Sömürgeci Kâfir devletlerin nüfuzunu sökmeye muktedir olan ancak Hilâfet'tir. Üstelik Hilâfet, Müslümanların beldelerine komplo kuran ve casusluk yapan sefâretlerini kapattıktan sonra onlarla hiçbir diplomatik ilişki kurmayacaktır.
  • Hilâfet, ideolojik bir devlet olması itibarıyla, Birleşmiş Milletler, Devletlerarası Ceza Mahkemesi ve büyük devletlerin çıkarlarından başkasına hizmet etmeyen diğer tüm zâlim Küfür kurumları gibi, İslâm esâsından başka bir esâsa dayanan herhangi bir örgüte üye olmayacaktır.
  • Hilâfet, ayıpları ayân olmuş ve fesâtları gün yüzüne çıkmış bu tür kurumları ifşâ etmeye çalışır ve de çalışacaktır.
  • Hilâfet, Darfûr ve diğer yerlerde insanları adalet ve ihsân ile gözetecek, Müslümanların dokunulmazlarında, kanlarında, ırzlarında ve mallarında ifrâta kaçmayacaktır. Dahası bu dokunulmazları çiğnemeye tevessül eden herkesi İslâm'ın hükümleri ve hadleri ile cezalandıracaktır.

O halde Hilâfet... Hilâfet... Ey Müslümanlar...! Zîra o, Rabbinizin farzıdır, izzetinizin kaynağıdır, düşmanınızın kahrıdır, topraklarınızın kurtarıcısıdır, dünyanın dört bir tarafında hayrın ve adaletin minâresidir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Esirlere, Dostlarına ve Kardeşlerine Mübârek Olsun, Ancak Sevinç Sarhoşluğunda Uyanıklık Kaçınılmaz

Direnişçi esirlerin sağ salim düşman hapishanelerinden ailelerine kavuşması, şehitlerin ve diğer katledilenlerin cesetlerinin iade edilmesi, elbette doğudan ve batıdan peş peşe Ümmet'in başına gelen elîm trajediler deryasında sevindirici bir olaydır. Bu vesileyle esirlerin serbest bırakılmalarını tebrik ediyor, Allah Subhânehu'dan işgâl hapishanelerindeki Ümmet'in diğer esirlerini, halkı Müslüman beldelerdeki hapishanelerde tutulan evlatlarını, Ümmet'i de Batı hadâratının ve dayattığı nizamların hegemonyasından, insanları demir pençe politikası ile yöneten zâlim yöneticilerden bir an önce kurtarma imkânı vermesini niyâz ediyoruz.

Bununla birlikte aşağıdaki noktaları hatırlatma gereği duyuyoruz:

  • Esirlerin bu şerefli dönüşü, toprakları kuvvet zoruyla işgâl eden düşmanın anlayacağı dilin kuvvet zor olduğunu bir kez daha teyit etmiştir. Dolayısıyla Filistin topraklarından gaspçı Yahudileri ve de Müslümanların beldelerindeki diğer işgâlcileri çıkaracak olan da ancak İslâmî Akîde esâsına dayalı kuvvet olacaktır.
  • "İsrail" işgaline karşı savaşan esirlerin iade edilmesini kutlayan resmî ve gayri-resmî liderleri ve çatışan her iki gurubu gören de sanır ki onlar, işgalci ile cihâd eden her mücâhidin yanındadır, kutlamaktadırlar. Peki, Irak'taki Amerikan işgâli ile savaşmayı "düşünmesinin" ardından yaklaşık bir buçuk senedir tutuklu bulunan onlarca gencin ve başka dosyalar hakkında şüphe üzerine tutuklanarak hiçbir yargı kararı olmaksızın halen Lübnan hapishanelerinde tutulan diğer yüzlercesinin durumu ne olacak?! Şimdi bu, Amerika ve diğer büyük devletler için herkesi cezalandıran bir çifte standart değil midir?!
  • Direnişçiler, bir taraftan fâtihler gibi dönen esirlerini sevinçle karşılarlarken diğer taraftan hıyânet ve ajanlığı sürdüren nizâmlar ile Yahudi varlığı arasındaki meşûm müzakereler üzerinde yürümektedirler. Bunu ise başkanlık seçimi kampanyasının kızışmasıyla birlikte Bush ve Cumhuriyetçi Parti adına başarılar gerçekleştirmek üzere Yahudi varlığını tanımak ve onunla "normal ilişkiler" kurmak amacıyla yapmaktadırlar. Dolayısıyla Ğazze ateşkesinden tutun, Irak'ta sükunetin sağlanması, Suriye-"İsrail" müzakerelerinin başlaması ve Şeb'a Çiftlikleri'nden çekilmenin gündeme gelmesine kadar pek çok sıcak dosyanın peş peşe soğutulması tesadüf değildir. Bu müzakereler, yakın ya da ileriki bir zamanda sonuca ulaşsın ya da ulaşmasın sırf bu müzakerelere girişmek, Allah'a, Rasulü'ne, mü'minlere yalan dolanla entrikalarını ve hilelerini gizleyerek direndiklerini ve karşı çıktıklarını gösteren nizâmlara kendilerini adayan gerçek direnişçilere hıyânet sayılır.
Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Pakistan Rejimi, Pakistan'a Olası Bir Saldırı Pahasına Amerika'ya Desteğini Artırmaktadır

Amerikan Genelkurmay Başkanı General Michael Mullen, 12 Temmuz günü Pakistan'a acil bir ziyâret düzenledi. Birkaç saat içinde Devlet Başkanı Perviz Müşerref, Başbakan Gilânî, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Danışmanı, Esfendiyar Vâli, Mahmud Açakzay ve Efrasyab Hattak ile görüştü. Bu hızlı trafik, esen kasırganın şiddetini göstermesi açısından yeterliydi. Pakistan Genelkurmay Başkanı General Eşfak Kiyânî ile görüşmesi ardından kıdemli bir köşe yazarı ile görüştü ve Pakistan'ın oldukça zayıf olduğu ve Amerika'nın muhtemel bir saldırısına aynen karşılık verebilecek bir durumda olmadığı izlenimi verdi. Diğer taraftan Başbakan Yûsuf Rızâ Gilânî de, boğaya kızıl paçavra sallarcasına şöyle dedi: "Kabileler bölgesinde, 11 Eylül benzeri bir saldırıya yol açabilecek derecede çok yabancı (direnişçi) var."

Tüm bunlar, Amerika'nın Pakistan'a saldırması halinde hükümetin de ordunun da direniş gösterme irâdesinden mahrum olduğunu açıkça işaret etmektedir. Gerçekte onlar, Amerika'nın FATA'daki [Federal Yönetimli Kabileler Bölgesi] yabancılara karşı harekete geçmesine haklılık kazandıracak ve halkın silahlı kuvvetlerden intikam beklentisi içinde olmamasını sağlayacak şekilde saldırı lehine bir kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadırlar. Oysa hâkim hakîkat şudur; Irak'ta ve Afganistan'da silahça ve teçhizatça yetersiz mücâhitleri hezîmete uğratmaktan âciz kalan Amerikan ordusu, Pakistan ordusuyla nasıl savaşabilir? Dahası Amerikalılara göre de bu ordu "inceldiği yerden kopmak üzere" olacak kadar gergin iken Amerika ne cüretle Pakistan'a savaş açabilir? Cumhuriyetçiler, hem de seçim yılında, Pakistan'la savaş halinde birkaç bin ceset torbası görmeyi hazmedebilirler mi? Kesinlikle hayır! Aslında General Mullen Pakistan'ı, Amerika'nın Pakistan içlerine sınırlı bir sınır-ötesi operasyon düzenlemesi halinde Pakistan ordusunun buna karşı koymayacağı garantisini almak için ziyâret etmiştir. Ancak General "Sâhib"in [Başkomutana, Genelkurmay Başkanına kinâyedir] ülkeyi ve halkını korumaya ciğeri ve cesâreti yoksa, bu milletten bir elveda hediyesi yahut madalyası kabul edip bu önemli konumu, Pakistan halkını korumaya muktedir bir generale bırakması daha hayırlı olur.

Ey Müslümanlar! Bu yöneticiler Amerika'ya sâdıktır, size değil! Artık bu yöneticileri başınızdan savıp Hilâfet'i kurmanızın tam zamanıdır. Ey ordu saflarındaki samimi ve dürüst komutanlar! Hâlâ Amerikan menfaatleri için kullanılmaya devam mı edeceksiniz, yoksa sorumluluğunuzun gereğini yerine getirip Hilâfet'in yeniden kurulması için Hizb-ut Tahrir'e destek ve nusret mi vereceksiniz?

Devamını oku...

Ürdün'ün Sorunu, Pahalılık Değil, Sistem Sorunudur ve Hilâfet'ten Başka Çözümü Yoktur

  • Kategori Ürdün
  •   |  

Ürdün halkı, hızla artan pahalılığın acısını çekmektedir. Her gün temel ihtiyaç maddelerinin geneline yeni zamlar yapılmaktadır. Bu aşırı pahalılık, ast-üst yetkililerin yolsuzluk hikâyesinin yayılmasını beraberinde getirmekte, yolsuzluk ve zam haberleri insanlar arasında normalmiş gibi dolaşmaktadır. Halk arasında sistem eleştirildiği halde mesele pratiğe dökülmeyen konuşmalardan ibaret kalmaktadır. O yüzden Ürdün'deki Müslümanların dikkatini aşağıdaki hususlara çekmemiz gerekti:

1.   Ürdün'deki sorun, sistemin vakıasında ve yapısında yatar. Zîra Ürdün; Kâfir Batı'nın Hilâfet Devleti'ni yıktıktan sonra aslı olan eş-Şâm beldesinden kopardığı, yönetimi için sâdık ajanlar seçtiği, Yahudi varlığı için tampon bir bölge olacak şekilde sınırlarını çizdiği, uğrunda var olduğu bu amacı gerçekleştirsin diye kendi kendisine yetecek devlet dinamiklerden mahrum bırakmak için hırs gösterdiği bir ülkedir. Öyle ki dış yardımlara bağımlı ve her sene katlanan borçlar altında ezilir halde kalmıştır. Bekâsı için gösterdiği hırsla beraber ağır borçlar altında inlemektedir. 2006 yılı toplam borcu, 7,349,670 milyar dinar [takriben 12,340 milyar YTL] ve 2007 sonunda 8,199,640 milyar dinar [takriben 13,770 milyar YTL] olmuş, yani borcu, sadece bir senede 849,970 milyon dinar [takriben 1,430 milyar YTL] artmıştır. Ürdün, 1,677 milyar dinar [takriben 2,820 milyar YTL] dış borç ödemesine rağmen, bu yılın ilk çeyreğinde kalan toplam borcu 7,732 milyar dinar [takriben 12,990 milyar YTL] olarak kalmış ve bu miktar artmaya adaydır.

2.   Ürdün'deki mevcut servetlerin işletilmediği ve bu servetlerin Ürdün ekonomisine fayda sağlayacak şekilde işletilmesine yönelik tüm girişimlerin boşa çıkarıldığı mülâhaza edilmektedir. Bunun pek çok örneği vardır. Örneğin üretim bolluğuna, düşük maliyetine, artan arz talebine ve yüksek değerde maddeler içermesine rağmen fosfat şirketi özelleştirilmiştir. Fosfattaki mevcut uranyum miktarı, Ürdün Nükleer Enerji Kurumu Başkanı'nın açıklamalarına göre 130 bin ton civarındadır. Ayın şekilde Zeytî Kayası'ndan petrol çıkartma ve Deysî Su Kanalı Projesi yerinde sayan projelerdir. Bu servetlerden herhangi birinin işletilmesine yönelik herhangi bir proje başlatılmış olsa dahi yabancı yatırımcılara satılmasından sonra olacaktır!

3.   Akabe Limanı'nın satılması ve benzer şekilde askerî arazilerin, medikal-kente ve genel istihbârata ait arazilerin satılması söylentileri gibi, kamu mülklerinin özel yatırım şirketlerine satılması, bunlardan önce Ölüdeniz Gazinosu Anlaşması ve Ölüdeniz'deki arazilerin ruhsatlandırılması... işte insanlardan gizlenen tüm bu şâibeli satışlar, öncekiler ve benzerleri hakkında medya, bazı bakanları, başbakanları, üst düzey veya alt düzey yetkilileri suçlamaktadır. Oysa mâlumdur ki bu küçük hortumcular, bu tür anlaşmaların ve satışların formalitelerini yapan memurlardan başka bir şey değildirler. Yoksa milyarlarca dolarlık anlaşmalar, sistemin tepesinden (kraldan) sinyal gelmeden imzalanamaz. Bu da artık herkese âşikâr bir fenomen haline gelmiştir. Medyanın küçük çaplı hortumculara işâret etmesi, asıl elebaşlarını gizlemekten öte bir şey değildir. Gerçekte asıl sorgulanması gereken kişi, sistemin tepesidir. Çünkü bütün yetkiler onun elindedir ve bu tür işlemler doğrudan onun gözetimi altında icra edilmektedir.

Ey Ürdün'deki Müslümanlar!

Maruz kaldığınız zillet ve sefâlet son haddine ulaşmıştır. Ürdün Nizâmı, size karşı küstahlıkta haddi aşmıştır. Zîra evlatlarınızın yiyeceklerini çalmakta, mülklerinizi gasp ettirmekte, servetlerinizi yağmalatmakta ve Kâfir Batı lehine Ümmetimize komplolar kurmaktadır. Siz kılınızı dahi kıpırdatmaksızın sessiz kaldıkça, o daha da azgınlaşmakta, daha da küstahlaşmaktadır.

Ey Ürdün'deki Müslümanlar!

Hilâfet olmadıkça içinde bulunduğunuz vakıadan kurtuluş yoktur. Zîra o, Rabbinizin bir farzıdır, izzetinizin kaynağıdır, düşmanızın kahrıdır, topraklarınızın kurtuluşudur ve dünyanın dört bir yanını ışıldatacak adaletin ve hayrın minâresidir. O halde Hilâfet...! Hilâfet...! Ey Müslümanlar...!

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - İslâm'a Açık Bir Çağrı قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ 1 اللَّهُ الصَّمَدُ 2 لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ 3 وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ "De ki: O, Ehad olan Allah'tır. (1) Samed olan Allah'tır. (2) O, Doğurmamıştır ve Doğrulmamıştı

Sidney, Avustralya, 14 Temmuz 2008 - 2008 Dünya Gençlik Günü münâsebetiyle, binlerce Katolik Sidney'de toplandı. Biz de bu fırsatı, İslâm'a açıkça ve içtenlikle çağrımızı genişletmek için değerlendiriyoruz.

Bu dâvet; Laiklik ve Liberalizmin insanlığı hüsrana uğrattığı, üçüncü ve ‘gelişen' dünya, ifsâdın, ekonomik durgunluğun, siyâsî istikrarsızlığın, zorbalığın ve zulmün acılarıyla boğuştuğu bir sırada, öte yandan Batı'nın suçlarla, materyalizmle, sapkınlıkla, ahlaksızlıkla, güvensizlikle ve artan oranda saygıyı, insanlığı, ahlâkî değerleri, nezâketi ve güveni hızla yitirdiği bir sırada yapılmaktadır.

Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'daki Medya Temsilcisi Usmân Bedr şöyle dedi: "Bu kritik bağlamda, tüm insanlığa Rablerini tanımaları ve nihâî vahyine icâbet etmeleri çağrımızı yineliyoruz; insanlığa, O'nun vahdâniyetine îmân çağrımızı, tüm Rasûllerine ve Nebîlerine îmân çağrımızı, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Hâtem-un Enbiyâ Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in ilâhî öğretilerine bağlılık çağrımızı yineliyoruz."

"Bizim gibi siz de biliyorsunuz ki hak ve hakikat açıktır, nettir, kesindir. Dolayısıyla sizleri, dalâletten ve dinlerarası diyalog sahtekârlığından sakınmaya çağırıyoruz, zîra bizler, el-Hâlık Subhânehu'nun tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığını, doğurmadığına ve doğrulmadığına, hiçbir beşerin O'na evlat isnat edilmeyeceğine, Nûh'un, İbrâhîm'in, Mûsâ'nın ve Îsâ'nın hepsinin Allah'ın Rasûlleri olduğuna, insanlık için hakkı ve hidâyeti getirdiklerine ve Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] de Nebîlerin sonuncusu ve mührü olduğuna, nihâî ilâhî vahyin kendisi ile son bulduğuna, bunun da kapsamlı bir hayat nizâmı olan İslâm olduğuna kat'î delîllere dayalı, hiçbir şüpheye mahâl bırakmayan kesin bir tasdîk ile îmân etmişizdir."

İşte bunun için sizleri, İslâm'ı daha derinden incelemeye ve araştırmaya, açık yürekli ve açık zihinli bir münâzara dâhilinde, insanlardan bile bile hakkı gizleyen ve hak olarak Batı'nın İslâm hakkındaki bâtıl yorumlarını dayatma çabası içine giren medyanın, politikacıların ve dînî liderlerin propagandalarından, yalanlarından ve ajitasyonlarından uzak durarak çevrenizdeki Müslümanlar ile tartışmaya dâvet ediyoruz.

Sizleri, düşünmeye, tüm önyargılardan ve kuşkulardan arınarak bağımsız bir bakışla değerlendirme yapmaya ve bu suretle İslâm'ın doğruluğunu ve güvenilirliğini kendi nefsinizde tahakkuk ettirmeye, böylece İslâm'ı yaşam biçiminiz olarak benimsemeye dâvet ediyoruz. Yaratıcı Subhânehu'nun asla tahrif edilememiş yegâne risâleti olan İslâm, hiç şüphesiz fertler, topluluklar ve toplumlar halinde insanlığın her ölçekteki sorunlarını mükemmel çözümleri ile halletmeye muktedirdir.

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ  "Muhakkak ki Allah katında tek dîn İslâm'dır." [Âl-i İmrân 19]

 

وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى  "Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun." [Tâ-He 47]

Daha fazla bilgi için lütfen, Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'daki Medya Temsilcisi Usmân Bedr ile, e-mail (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) veya GSM (0438 000 465) yoluyla temas kurunuz. Ayrıca web sitemizden (www.hizb-australia.org) de ayrıntılı bilgiler edinebilirsiniz.

 

Devamını oku...

İnsanlar Önünde Direnen ve Katılmayacakları Yalanını Söyleyen Arap Yöneticiler, Ortak Zirve İçin Yahudiler ile Birlikte Koşa Koşa Paris'e Gittiler!

  • Kategori Hizb
  •   |  

Dün 13.07.2008 Pazar günü Sarkozy'nin çağrısıyla Paris'te "Akdeniz için Birlik" başlıklı bir konferans düzenlendi. Konferansa Akdeniz'in kuzeyindeki Avrupa devletleri ve güneyindeki Arap devletleri olmak üzere yaklaşık 40 devletin katılmasının yanı sıra Yahudi varlığı da katıldı. Ardından birlik konferansını tamamladı, sonuç bildirgesini açıkladı, Sarkozy ile Mısır Devlet Başkanı Mubârek bir basın toplantısı düzenledi. Direndiklerini ve katılmayacakları yalanını söyleyen Arap devletlerinin yanı sıra Yahudi varlığının aynı masada veya yakın masalarda oturdukları, tüm katılımcılar için bir akşam yemeği verildi.

Ne acayip, ne şaşırtıcıdır bu Arap yöneticilerin durumu! Onlar ki Allah'a ve Rasulü'ne çağrıldıklarında, جَعَلُوا أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَأَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًا  "Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler." [Nûh 7] Onlar ki Sömürgeci Kâfirler ile olan dostluklarını koparmaya çağrıldıklarında, sanki  فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ "kulaklarında bir ağırlık vardır" [el-Fussilet 44] gibisine sağırlaştılar, körleştiler. Onlar ki Filistin'in, Keşmir'in ve Çeçenistan'ın imdadına yetişmeleri veya Irak'ın ve Afganistan'ın yardımına koşmaları veya Somali'ye ve Sudan'a yardım etmeleri için ordularını harekete geçirmeye çağrıldıklarında,  يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ  "sana ölüm baygınlığı geçiren kimsenin baktığı gibi bakarlar." [Muhammed 20] Onlar ki beldelerini tek bir beldeye dönüştürmeye çağrıldıklarında, "bu nasıl olur?" diyerek parçalanmışlıklarında inat etmeyi sürdürdüler. Ancak Yahudi varlığının hazır bulunduğu bir konferansa çağırıldıklarında, hatta çağırılmadıkları halde bile icâbet ederek koşa koşa geldiler ve emelleri de, gözlerini belerterek Yahudi varlığına doya doya bakmaktı!

Ey Müslümanlar! Sarkozy'nin aylar öncesinden çağırdığı ve dün düzenlenen Akdeniz için Birlik toplantısını ve sonuç bildirgesini izleyenler görür ki konferansın hedefi ve uğrunda düzenlendiği şey şu üç husustur: Birincisi: Eline geçen her fırsatta veya uygun zamanda Fransa'nın hareketlendirdiği hegemonya ve sömürgecilik esintisidir. Bir "rüyadır" ki bu esinti, Arap bölgesinde, özellikle Fas ve Lübnan'da bir nebze de olsa Fransa'ya Sömürgecilik nüfuzu kazandıracaktır. İkincisi: Avrupa Birliği'ne girme yolunda Türkiye'nin önünü kesmektir. Fransızlar, Avrupa Birliği'nin kendilerini kabul etmesi için derilerini dahi değiştiren yöneticilere sahip olduğu halde, halkının ezici çoğunluğu Müslüman olduğu için Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmemesi yönünde oy kullandıklarından beri, Fransa Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne girmeye odaklanmaktan uzaklaştırıp yönlendireceği başka bir birlik oluşturmaya çalışmıştır. Üçüncüsü: Sarkozy'li Fransa, Yahudi varlığını korumak ve kollamak için Amerika ile "tatlı" bir rekabete girdi. Dikkat çekicidir ki Sarkozy, basın toplantısında konferansa katılan devletlerin sayısını dile getirirken konferansın maksadını ibrâz etmek üzere aralarında "İsrail'in de" olduğu ifadesini ekledi! Böylelikle kuzeyi ve güneyi ile Akdeniz Birliği devletlerini birleştirmede Sarkozy'nin en bariz hedefi; Filistin'i çevreleyen Arap ortamında Yahudi varlığının konumunu pazarlamaktır ki bu varlığın tanınması ve onunla ilişkiye girilmesi, normalleştirilmiş, boyun bükülmüş ve olağan bir hale getirilmiş olsun. İşte Akdeniz için Birlik konferansının gerçek hedefleri bunlardır. Sonuç bildirgesinde geçen Akdeniz'in kirliliği, çevre ve ekonomik projeler gibi diğer hususlar ise birliğin maksadı olan siyâsî hedefini rötuşlamaktan öte bir şey değildir.

Ey Müslümanlar! Bizler farkındayız ki Yahudi varlığını tanımak, bu yöneticiler nezdinde ne bir zillet, ne de bir utançtır. Aksine bu, onlar nezdinde bir realitedir ve zaferdir! Zaten onlar daha önce de Allah'a ihânet etmişlerdi ve umulur ki Allah Subhânehu onlara bu fırsatı tekrar vermez. Ancak aynı zamanda bizler şunun da farkındayız ki bu ümmet içerisinde Filistin'e -Allah Subhânehu'nun Rasulü'nün Mesrâsı ve Mirâcı kıldığı- mukaddes ve mübârek bir toprak nazarı ile bakan hayırlı ve seçkin insanlardan oluşan pek çok topluluk bulunmaktadır. Zaman ne kadar uzarsa uzasın Umer'in fethi, Salâhuddîn'in kurtarışı ve AbdulHamîd'in koruyuşu tekerrür edecek, Müslüman askerler ve süvâriler onu ikinci kez kurtarıncaya dek asla bu nazarla bakmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Bu yöneticilerin yüzlerinin kapkara kesileceği ve onlarla birlikte Yahudi varlığının yok olacağı o gün Allah'ın izni ile mutlaka gelecektir ve işte o zaman yeryüzü, İslâm ile Müslümanlarının şânının yücelmesi ve Hilâfet'in râyesi [لا إله إلا الله سبحانه محمد رسول الله] olan el-Ukâb Râyesi'nin yükselmesi ile aydınlanacaktır.  إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Şüphesiz Allah, emrine ğâliptir [yerine getirmeye muktedirdir]. Allah her şey için bir ölçü koymuştur." [et-Tâlâk 3]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER