Çarşamba, 25 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/27
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

بسم الله الرحمن الرحيم

Ümmet İçin İstediğimiz Kalkınmadır

Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor: وَكَذَلِكَ نفَصِّلُ الآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَBöylece suçluların yolu belli olsun diye ayetleri iyice açıklıyoruz.” [En’am 55] Dolayısıyla iki yoldan başka bir yol yoktur; ya indirmiş olduğu şeriatının yönlendirdiği Allah Azze ve Celle’nin yolu, ya da aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayan Şeytan, İnsan ve Cinlerden oluşan avenelerinin yönlendirdiği suçluların yolu. Subhanehu’nun hikmeti, Âdem Aleyhisselam’dan günümüze kadar farklı gruplar ve birçok çeşitli araç ve şekillerdeki bu iki grubun, çeşitli biçim ve şekillerde birbirlerine düşmanlık edip birbirleriyle savaşanlar olarak kalmalarını dilemiştir.

İslam Devleti’nin yokluğunun ve Batı’nın kapitalist kanunlarıyla yönetilmesinin gölgesinde bugünkü ümmetin vakıası, dinini bilmemesine ve Batı’nın fikirlerinden akidesiyle ilgili hususları idrak edememesine neden olacak kadar cahil bırakılması, bu akideyi temizlemeye ve sömürgecinin arasına soktuğu ve üzerine İslam kılıfını giydirdiği şaibeleri kaldırıp atmaya güç yetirememesi, evet tüm bunlar, ümmetin kalkınması için çalışanların ameline onun fikirlerinden başlamasını zorunlu kılmaktadır; yani ümmetin akidesini arındırmak ve onun için doğru bir düşünce metodu belirlemek için öncelikle ona İslam’ın fikirlerini taşımalıdır; bu da ümmeti, tüm yabancı fikirleri kovmaya ve saflığı, berraklığı ve billurluğu ile İslam’ın fikirlerini inşa etmeye sevk edecektir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de yaptığı da aynen buydu; zira küfür fikirleriyle mücadele etmiş, onun kanunlarına, fikirlerine ve geleneklerine boyun eğmemiş, aksine onlara karşı savaşıp apaçık bir şekilde meydan okumuştur. Nitekim Kur’an da bu metodu açıklayarak inmişti; zira Nebimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem asla hevasından konuşmaz, ancak kendisine vahyedilen vahiyle konuşur. Bu yüzden putlarını, ölçü ve tartıda hile yapmalarını, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerini ve Mekke halkı için öncelikle küfür ve cahiliye fikirlerini ifade eden diğer eylemleri kınamıştır.

Durumların değişip tebeddül etmesi, ümmetlerin hayatında kaçınılmaz kevni-kozmik bir sünnettir. Mülkün sahibi Allah’tır, dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltır. Peki neden bazı kavimleri yüceltiyor ve diğerlerini de alçaltıyor? Onları izzet ve iktidar ile Allah’ın nimetine, zillet ve aşağılanma ile O’nun öfkesine, ya da onları yakaladığında kaçmalarına fırsat vermemek, dahası güç ve kudretine lâyık bir şekilde yakalamak için onları sapıklık içinde bırakarak mühlet vermesine müstahak kılan şey nedir?

Allah Azze ve Celle bunu şu kavlinde açıklamıştır: ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّراً نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْBunun sebebi şudur: Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.” [Enfal 53] Nefislerde olanı değiştiren, mide, bağırsak ve akciğer gibi iç uzuvlar değildir; aksine nefislerde olanı değiştiren, fikirler, mefhumlar, bunları türleri ve insan üzerindeki etkileridir. Peki bunlar, tasdik edilen bir gerçeklik haline gelip davranışları etkileyen mefhumlara dönüştü mü? Bunlar onun içinde, ölçülere ve kanaatlere dönüştü mü? Bunlar ne tür fikirlerdir? Peki bunlar, selim bir aklın sorularına gerçek bir şekilde cevap verip aklı ikna eden, aciz olan ve Müdebbir bir yaratıcıya ihtiyaç duyan insanın fıtrata uygun olan külli fikirler midir, yoksa bunlar aklın, sırf bu soruların kendi içinde oluşturdu boşluğu doldurmak için ikna olmadan ulaştığı cevaplar mıdır? Peki bu sorular nelerdir? Aklı ikna etmeyen cevaplar ortaya çıkan boşluğu doldurabilir mi? Akıl bunlarla nasıl muamele edecek?

İnsanda değişen şey, onu ilerlemeye ve kalkınmaya doğru iten fikirleri olursa, o zaman bu fikirlerin insanın davranışına etki etmesi ve onu daha iyi olanla değiştirmesi için bu fikirlerin elverişli olduğunu garantilemek amacıyla aklın tüm sorularına cevap vermesi gerekir. Ayrıca insana, yaratılışın keyfiyetini, insanın var oluşunun başlangıcını, yaratılmadan önce ne olduğunu ve ölümden ve kâinatın yok olmasından sonra ne olacağını da açıklaması gerekir? Mutluluk nedir ve nasıl elde edilir? Aklın art arda ortaya attığı diğer sorular ve bunların cevapları, genellikle (ben neden varım? Nereden geldim? Ve nerede son bulacağım?) gibi ilk sorunun cevabına ve insandaki büyük düğümün çözümüne bağlıdır; dolayısıyla bu düğümün çözülmesi ve sorularına cevap verilmesi temelinde, bunları takip eden soruların cevabı da olacaktır; işte bu cevapları taşıyan ümmetlerin ilerlemesi ve kalkınması, geçici ya da kalıcı olabilir; şayet fıtrata uygun olur ve aklı da ikna ederse, o zaman bunun gerçek ve kalıcı bir kalkınmanın temeli olacağını garanti edebiliriz.

Akıl sürekli olarak varlığının nedenini, nereden geldiğini ve nereye gideceğini araştırır; asırlar boyunca düşünürleri ve filozofları hayrete düşüren gerçek fıtri soru işte budur; nitekim bunun hakkında çok konuştular, gerek bunun için gerekse yaratılışın başlangıç keyfiyetine yönelik teoriler ve tasavvurlar geliştirdiler ama bunların çoğu akli bir temele dayanmıyordu, aksine bunlar, var oluşu hakkında aklı yanılgıya düşüren, bazılarının da aciz akıllarıyla tatmin edemedikleri ve bu fikirlere bağlı kalarak kalkınabilecekleri bir yönü doyuran varsayımlardı. Dolayısıyla bunlar fasit ve aklı ikna edemeyen ve gönülsüzce kabul edilen yanlış cevaplar olsa da aklı hayrete düşüren sorulara cevap veriyordu. Bu nedenle insanın mefhumları ve ihtiyaçları hakkındaki yorumları, hatalı yorumlar haline geldi ve uzvi ihtiyaçları ile içgüdülerinin, eğilimleriyle arzularının arasında bir ayrım yapılamadı. Dolayısıyla öncelikli olarak neyin tatmin edilmesi gerektiğine, insanı tatmin etme noktasında öncelikli sıralamanın ne olduğuna, ne zaman ve nasıl tatmin edileceğine dair bir anlayış ortaya konulamadı. Hatta mutluluk mefhumu yorumlanırken bile fasit fikirle ilişkilendirildi; böylece mutluluk, en büyük miktarda fiziksel zevkin elde edilmesine dönüştü! Evet, noksan ve aciz aklın, düşünme metodu bozulunca ve kendisinin müdebbir olan bir yaratıcıya ihtiyacı olmadığını ve bu aklıyla bu hayattaki kendi işlerini idare edebileceğini zannetmeye başlayınca ortaya çıkardığı şey işte budur. Oysa değerlere ve ölçülere zerre kadar kıymet vermeyen ve sadece maddi değerleri elde etme keyfiyeti dışında hiçbir kanaatleri olmayan kapitalist insan bu şekilde düşünür ve bu şekilde yaşar. Hâlbuki biz aklî bir temele dayanan selim bir düşüncenin, sahibini, Allah Azze ve Celle’nin varlığına ve bu kâinatın, yüce bir yaratıcının -ki O, tüm kemal sıfatlarına sahip her şeyden münezzeh olan Allahu Teala’dır- yaratığı olduğuna ulaştırdığını görürüz. Burada biz, akli temelde yani aklın sahibini, en yüksek düzeydeki insan idrakinin kainat, insan ve hayatın dışına çıkamadığını belirten sabit akli önermeler temelinde Allah’ın varlığına ulaştırdığını söylesek de insan, kainatın ötesinde, hayatının öncesinde ve sonrasında ne olduğunu idrak edemez; zira kainat, insan ve hayat sınırlı, eksik, aciz ve muhtaç olup birbirlerini tamamladıkları bütünlükleri içerisinde aciz olduklarını, onları ve içine yerleştirildikleri nizamın, güneş ve ayın seyrinin, yıldızların konumunun, yaratışı yaratan bu yaratıya muhtaç olduklarını ispat ederler. Zira O’nun tüm kudreti, aklın idrakinin ötesindedir; dolayısıyla her ne kadar akıl O’nun varlığını, gücünü ve kudretini ispat eden yaratıkları üzerindeki eserleriyle idrak etse de O’nu idrak etmekten acizdir. Nitekim bizim için, Halil İbrahim Aleyhi ve Ala Nebine Es-Salatu ve’s Selam’da güzel bir örneklik vardır; zira Kur’an bize, Allah Azze ve Celle’nin varlığına ve O’nun gökleri ve yeri yaratan müdebbir bir yaratıcı olduğuna götüren yolu anlatmıştır (ayetler). Burada yaratıcı ve müdebbir diyoruz; zira her ikisinin birlikte olması elzemdir. Çünkü yaratıcının insanın ilişkilerini idare etmesi gerekir ve ilişkilerin tanzimini ve idaresini, kişisel olarak kendi ihtiyaçlarını bile idrak edemeyen insan aklına bırakmak caiz değildir. O halde insanın aklı, diğer insanların ihtiyaçlarını ve kendilerini tanımadığı ve tanık olmadığı kimselerin ve asla göremeyeceği nesillerin ihtiyaçlarını nasıl idrak edecek ki? Bu yüzden akıl, yaptığı şeyleri en iyi ve en güzel şekilde bilenin onu yapan olduğunu tasdik eder. Örneğin şayet bir cihaz alsak ve cihazda bozuk çıksa, cihazla nasıl başa çıkılacağı, nasıl çalıştırılıp bakımının yapılacağı ve cihazdan tam olarak nasıl yararlanılacağı konusunda bize rehberlik etmesi için bir kılavuz hazırlayan üreticiye geri döneceğiz. O halde burada, işlerimizi nasıl yürüteceğimizi ve bu dünya hayatındaki üç ilişkimizi nasıl düzenleyeceğimizi bize göstermesi için yaratıcıya dönmek daha evla değil midir? Kesinlikle O’na dönmemiz ve O’ndan bu ilişkileri nasıl düzenleyeceğimizi açıklayan bir risalet beklememiz gerekir. Nitekim risaletler, azametli ve yüce izzet sahibi Rabbin katından gelen risaleti tebliğ etmedeki samimiyetlerini açıklayan ayetlerle Rasuller tarafında taşınmaya devam etmiş, ta ki onun Allah Azze ve Celle katından gönderildiğini söylediği son risalet ve son Rasul ile birlikte bize kadar ulaşmıştır. Dolayısıyla Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i tasdik etmemiz için bir benzerini getirmeleri için Araplara ve acemlere meydan okuduğu gibi insanlara ve cinlere de meydan okuyan risalet yani Kur’an hakkında araştırma yapmalıyız. Nitekim Kur’an, Arapların diliyle ve belagat, fesahat ve lügat ehli olmalarına rağmen onların bilmedikleri ve bir benzerini getirmeye güç yetiremedikleri yeni bir konuşma rengiyle geldi. Zira Kur’an’ın onlara, kıyamet gününe kadar kalacak olan bir mucize olduğuna dair meydan okuması, Kur’an’ın onlardan talep ettiği gibi onun gibi bir sure getirememeleri ve diğer insanlar gibi Arapların da aciz kalmaları, Kur’an’ın Araplardan veya Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den olduğunu çürütmekte ve Kur’an’ın Subhanehu katından indirilmiş Allah’ın kelamı olduğunu ispatladığı gibi Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in nübüvvetini ve cennetin hak olması, cehennemin hak olması, meleklerin, Peygamberlerin ve Kur’an’ın kendileri hakkında haber verdiği ve ümmeti onlara ve Allah’ın peygamberlerinden risaletlerini aldıklarına dair şahit kıldığı geçmiş ümmetlerin tamamının hak olması gibi insanın bilmediği ve görmediği beyan ve gayb gibi onda geçen her şeyi de ispatlamaktadır.

İşte bu kitapta, aklın şu anda ortaya attığı veya gelecekte ortaya atabileceği tüm soruların cevaplarını, dahası insanın tüm sorunlarını fıtrata uygun, akla kanaat getiren ve kalbi mutmainlikle dolduran çözümlerle tedavi ettiğini görebiliriz.

Tüm bu yaptığım açıklamalardan sonra bu külli fikir, insanın hayatını nasıl etkileyecek ve onu nasıl değiştirecek? Kesinlikle insanın hayatını köklü ve kapsamlı bir şekilde değiştirecektir. Zira yaratıcının varlığını inkâr eden veya insanların işlerini idare etmediğini dolayısıyla hesabın ve cezanın olmadığını iddia eden, böylece acizliği, belki de açgözlülüğü ve vahşeti sayesinde kendi işlerini idare edebileceğini düşünen kişi ile kendisinin Allah Azze ve Celle’nin yaratığı olduğunu, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre yürütmesi gerektiğini, yeniden dirilmenin, hesabın ve cezanın olduğunu, bu dünya hayatındaki fiillerinden dolayı hesaba çekileceğini ve hayatının nasıl olacağını idrak eden kişi arasında çok büyük bir fark vardır. Nitekim şöyle söylenir: “Cezadan emin olanın ahlakı kötü olur.” Zira insan aklının ürünü olan kapitalizmin neler yaptığını, insanları nasıl köleleştirip servetlerini yağmaladığını, servetleri ele geçirip sahiplerinden çalmak için nasıl savaşları ateşleyip insanları yok ettiğini gördük ve görmekteyiz.

Kalkınmanın esası olan İslam akidesi temelinde işaret ettiğimiz sahih külli bir fikre acil ihtiyaç vardır. İnsanlar ancak onunla ve ondan çıkan hükümler, kanunlar ve çözümler ışığında uzvi ihtiyaçlarının ve içgüdülerinin doğru bir şekilde tatmin edilmesini sağlayabilir ve ancak onun temelinde insanları kalkındıran ve arkasında Allah Azze ve Celle’nin rızasından başka hiçbir gaye olmayacak şekilde onları gerçek bir gözetimle gözetecek olan bir devlet kurulabilir. Nitekim bu devlet, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in daha önce Medine’de kurduğu ve temellerini attığı, Kendisinden sonra on üç asrı aşkın bir süre devam eden, var olan ülkeleri yok eden, adalet ve kalkınmayı gerçekleştiren, 100 yılı aşkın bir süredir yokluğuna rağmen hala izleri devam eden devletin aynısıdır. İstediğimiz ve arzuladığımız işte bu kalkınmadır; bu kalkınmanın ve devletinin temeli ise, Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği fıtrata uygun olan İslam akidesidir; işte bu devlet, insanların haklarını ve onurlarını garanti altına alacak ve Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında bir ayrım yapmayacaktır.

Bizler kesin olarak biliyoruz ki bu devlet Allah’ın izniyle çok yakın bir günde kurulacaktır. Bu yüzden onun için çalışanlara ve onun kurulduğuna şahit olanlara müjdeler olsun; zira bu devlet için çalışanlar, kurulduğunda ona alkış tutanlarla eşit olmayacaktır. Allah’tan, onun askerlerinden, ehlinden ve onun şahitlerinden olmayı niyaz ediyoruz.

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِّنَ الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَSonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin arzularına uyma.” [Casiye 18]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Said Fazıl - Mısır

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

yukarı çık

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER