Perşembe, 26 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/28
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Hükümetin, Hizb-ut Tahrir'i Yürüyüş Yapmaktan Engellemesi, Sınır Muhafızları Karargâhı Katliamı Soruşturmasının Örtbas Edilerek Yürütüleceğine Dair Bir Kanıttır

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Resmi Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed; Sınır Muhafızları Karargâhı katliamının arkasında kimlerin olduğunu, yalan yanlış soruşturmalarla örtbas etmeye yönelik Hükümetin hilesini protesto etmek için Hizb-ut Tahrir'in, barışçıl bir yürüyüş düzenlemesini engelleyen kararını kınadı. Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, bugün saat 16:00'da Muktangon şehrindeki yürüyüşe katılmaları için dün insanlara bir davette bulunmuştu. Ancak polis, yürüyüş alanına gelerek bir araya toplanmalarından sonra şebâbın yürüyüş yapmasını engelledi.

Muhyiddîn Ahmed şöyle dedi: "Bu olayın hakikati hususunda insanları yanıltmak için Hükümet Bakanları, bu günlerde, silahlı grupların ülkeye yönelik tehditleri hakkında sık sık feryadı figan etmektedirler. Mesela Hükümet, Başbakanın açıklamalarına benzer şekilde çelişkili açıklamalarda bulunduğu gibi insanların akıllarını karıştırmak için Başbakan da çelişkili açıklamalarda bulunmuştur. Zira Soruşturma Komisyonu Genel Koordinatörü Faruk Han, 29 Mart 2009'da şöyle demiştir: "Milli Güvenlik Kurulu'nun çıkaracağı soruşturma raporu, yedi gün içerisinde yayınlanacaktır." Oysa aynı gün kurulun bir sorumlusu, raporun hazır olup iki gün içerisinde yayınlanabileceğini söylemiştir. Bir gün sonra, yani 30 Mart'ta, Milli Güvenlik Bakanı Shara Hatun ise Hükümet'in raporun teslim zamanını otuz güne kadar uzatmaya karar verdiğini duyurmuştur.

Hizb-ut Tahrir, Hindistan ve ajanlarını korumaya yönelik hilesi noktasında Hükümete ilişkin uyarısını yineler. Ayrıca Hizb, 28 Mart'ta düzenlediği basın konferansında, sözde siyasî çözüm adı altında katillerle müzakere eden askerî polis ile Hükümet Bakanlarının sorgulanması talebinde bulunmuş ve bu olay üzerine Bakan Cihangir Kebîr Nanak gibi bu bakanlardan bazıları ülkeyi terk etmiştir.

Hükümet, Hindistan'ın Hükümet içindeki ve dışındaki ajanlarını ifşa etmesinden dolayı Hizb-ut Tahrir'e yüklenmekte ve onu baskı altında tutmaktadır. Zira Hükümet, Hizb'in açık yürekliliğinden ve güçlü tavrından korkup çekindiğinden dolayı Hizb'i susturmaya odaklanmıştır. Nitekim Hükümet, bugün Hizb-ut Tahrir'i yürüyüş yapmaktan engellemekle bir kez daha komplocuları korumak için gayretle çalıştığını ve Sınır Muhafızları katliamı soruşturmalarının da boş tıkırtıdan başka bir şey olmadığını kanıtlamıştır."

 

Muhyiddîn Ahmed

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü

Bangladeş

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Obama'nın Ziyareti Sembollerle Dolu Olsa da Neredeyse Hiçbir Siyasî Değişim Ortaya Koymamaktadır

Amerikan Başkanı Barack Obama, Amerika'nın İslâmî âlemde zedelenen itibarını kurtarmayı amaçlayan ziyareti çerçevesinde Türkiye'ye geldi. Hareketli ve sembollerle dolu bir ziyaret olmasına rağmen Bush'un başarısız ve yıkıcı politikalarından başka hiçbir gerçek değişim ortaya koymadığı bir hayli açıktır.

Hizb-ut Tahrir'in İngiltere'deki Medya Temsilcisi Tâci Mustafâ şöyle dedi: "Obama'nın ziyareti, Irak'ta Türkiye'nin yardımının yanı sıra NATO'nun Afganistan'daki saldırısını desteklemesi amacıyla on binlerce ek kuvvet almak için çabalaması hususunda Birleşik Devletler açısından hayatî bir ziyarettir."

Şimdi ortada olan soru şudur: Amerika'nın Ortadoğu ile Afganistan'a yoğunlaşmış binlerce kuvvete sahip olduğu, enerji ve boru hatları politikalarının kızıştığı, küstah "İsrail'in" bölgedeki saldırılarını sürdürdüğü, Batı ile Rusya'nın 21. yüzyılda Orta Asya'da yeni büyük bir oyuna girdiği bir sırada Türkiye'nin yapması gereken şey nedir?

Türkiye'de giderek artan Müslümanlardan belirli bir sayı, bugün Mustafa Kemal'in yıkıcı mirasına meydan okumaktadır. Bilindiği üzere Kemalizm'in anısına küfredilmesi hala cezayı gerektiren bir suç sayılmaktadır. Nitekim Türkiye, Kemalizm zincirlerine ve yinelenen niteliklere bağlı kaldığı ve vatandaşlarının gösterdiği ihlâsa rağmen müteakip nizamlar gölgesinde bu meydan okumalara cevap vermekte şu ana kadar başarısız olmuştur."

Mesajımız çok basittir:

1. Türkiye Hükümeti, izlediği Kemalizm çizgisinden ve Avrupa Birliği'ni elde etme ümidinden vazgeçmeli ve bunların yerine tüm Müslümanları birleştirecek olan Hilâfet Devleti'ni kurmak yoluyla İslâmî âlemdeki siyasî birliğe destek vermek için çalışmalıdır.

2. Türkiye, Obama yönetiminin kendisini Irak, Orta Asya ve Afganistan'daki Amerikan hedeflerinin gerçekleşmesinin bir aracı olarak kullanmasına izin vermemelidir. Muhakkak ki o, Afganistan'da kuvveti olan Müslümanların beldelerindeki tek devlettir ve o, bu şekilde Batılı vahşî sömürgeyi gizlemenin kılıfını sağlamaktadır.

3. Türkiye, Müslümanların topraklarını işgal etmeye azmetmiş ve Kerîm Rasûlümüz Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakaret eden Danimarka'daki karikatürleri destekleyen genel sekreteriyle bilinen bir örgüt olan NATO'yu terk etmelidir.

4. Türkiye, "İsrail" ile olan diplomatik ve askerî ilişkilerine son vermelidir. Ayrıca o ve İslâm âlemindeki diğer devletler de Suriye ile "İsrail" arasında arabuluculuğa soyunmak yerine "İsrail'in" askerî işgaline karşı koymalılar ve içi boş kuru sloganları yinelemeyi bırakmalıdırlar.

5. Türkiye, modernite ve refaha giden yegâne yolun demokrasi ve laiklikten geçtiği inancına aldanmamalıdır. Zira İslâmî âlem, birlik içerisinde olup İslâm'ı mütekâmil olarak tatbik ettiği sırada devletlerarası meselelerde devasa bir güç olup fen, refah ve tıbbî bakım alanında liderliğe sahip olmasının yanı sıra Avrupa'nın, içerisinde yaşadığı karanlık çağlardan çıkmasına neden olmuştur.

"Kimileri, bunun gibi bir stratejinin Türkiye'nin ulaştığı noktada etkisi olduğunu sanabilir! Ancak Türkiye, Kemalizm gölgesinde hangi noktaya ulaşmıştır? Zira Avrupa devletleri, 85 sene geçmesine rağmen hala Türkiye'ye tepeden bakmakta ve gerçekleştirdiği ilerlemeyi tahkir etmektedir. Bu arada da IMF, ekonomisini finanse etmeye devam etmektedir."

"Türkiye, hatırı sayılır ekonomik kapasiteye, enerji kaynaklarına, merkezî su koridorlarına sahip olmasının yanı sıra giderek artan bir nüfus ile güçlü bir orduya sahiptir. Dolayısıyla onun ve İslâmî âlemin geriye kalan kısmının 21. yüzyıldaki büyük güçlere karşı koyacak Raşidî Hilâfet Devleti altında birleştirilmesi halinde o, temel birleştirici unsurunu temsil edecektir."

"Bizler, Türkiye Müslümanlarından; Müslümanların topraklarından sömürgeci işgal güçlerinin etkisini söküp atmak için çalışacak olan Raşidî Hilâfet'in İslâmî âlemde ikamesi için çalışmalarını talep ediyoruz."

 

 

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Britanya
Medya Bürosu

 

Devamını oku...

Ülkedeki Kaosun ve Patlama Eylemlerinin Gerçek Sebebi Olan Amerikan Ajanlarını Kovunuz ve Bölgedeki Amerikan Siyasî-Askerî Nüfuzunu Söküp Atınız Ey Müslümanlar!

  • Kategori Pakistan
  •   |  

03 Mart 2009 sabahı gelişmiş silahlarla donanımlı silahlı bir gurup, Lahor'daki polis akademisine saldırarak yirmi kişinin ölümüne ve yüzden fazla kişinin yaralanmasına yol açtı. Hükümet, bu katliamı işleyenlerin, Amerika'nın savaşını sürdürmeyi istediği bir bölge olan kabileler bölgesinden olduğunun propagandasını yapmaya başladı. Zira İçişleri Bakanı Rahmân Melik şöyle dedi: "Bu saldırı, Güney Veziristan'dakilerin bir planıdır." Ayrıca Hükümet yetkilileri, saldırganların üzerinde Afgan pasaportu bulduklarını iddia ettiler! Oysa böylesi bir saldırıda bulunan bir kimse üzerinde kimlik bilgilerini bulundurur mu hiç! Bu olayın mülahaza edilmesiyle Barack Obama'nın, sözde terörizme karşı savaş çerçevesinde Amerika'nın savaşının Afganistan ile sınırlı kalmayıp Pakistan'a da dayanacağını ifade ettiği Pakistan ve Afganistan'a yönelik yeni stratejisini açıklamasının hemen sonrasında gerçekleştiği görülür. Yine bu olayın, Amerikan Genel Kurmay Başkanı Michael Mullen ile Afganistan ve Pakistan'dan sorumlu Amerikan Yönetimi Özel Temsilcisi Richard Holbrook'un ziyaretleri öncesinde gerçekleştiği mülahaza edilir ki Pakistan ordusu ile Pakistan siyasî liderliğine Obama'nın yeni stratejisini dayatacak olanlar bu iki kişidir. Bunların mülahaza edilmesiyle patlamaların arkasında kimlerin olduğu net bir şekilde ortaya çıkar.

Artık bu tip saldırılar, Amerikan siyasîlerinin ve askerlerinin ziyareti öncesinde sıradan bir hale gelmiştir. Zira bu saldırılar, "terörizme" karşı savaşında Amerika'nın yanında yer almayı sürdürmeleri için Pakistan kurumlarına baskı dayatımında Amerikan çıkarına hizmet etmektedir. İşte bu saldırılar, bu savaşın sadece Amerika çıkarına olmayıp herkese hizmet ettiğine dair Obama'nın iddialarını kanıtlamıştır. Bunun yanı sıra Amerika, Amerikan ordusunun Pakistan'a gönderilmesi karşılığında daha fazlasını yapması için bu saldırıları Pakistan ordusuna baskı yapmak için kullanmaktadır. Zira ödlek Amerikan ordusu, sayısal ve donanımsal olarak azınlıkta olan bir grup mücahitle baş etmekten aciz kalmıştır.

Son yıllarda Pakistan'da meydana gelen bu silahlı saldırılar ile patlamaların tüm insanların gözleri önünde meydana geldiği doğru olsa da siyasî işleri bilen bir azınlık dışında herkesin gözünden kaçan bir gerçek vardır ki o da bu saldırılar ile patlamaların Obama'nın bölgeye yönelik yeni stratejisinin, onun da öncesinde Amerikan liderlerinin stratejisinin bir parçası olmasıdır. Dolayısıyla bu saldırılar ile patlamaların arkasında Amerika vardır. Zira bölgede Amerikan nüfuzu olmamış olsaydı ne bu saldırılar ne de bu patlamalar olurdu. Amerika'nın bölgede İslâm'a karşı savaşa başlaması ile bu saldırılar bölgeyi yerle bir etmiştir.

Afganistan'daki Taliban hükümetinin devrilmesinden sonra Amerika, Pakistan'daki savaşının uzayacağını dillendirmeye başlayınca Amerikalı askerler, Pakistan kabileler bölgesinin Afganistan'daki Amerikan işgaline karşı direnişe karıştığını dile getirmeye başladılar. Böylece kabileler bölgesine uzanacak şekilde savaşını uzatmayı başardı ve şimdi de Pakistan şehirlerini kapsayacak şekilde uzattı. Kölenin efendisine itaat etmesi âdetinde olduğu gibi Amerikan ajanı Pakistanlı yöneticiler de Amerikan politikası ile örtüşen açıklamalarda ve icraatlarda bulunmaya başladılar. Zira yöneticiler, Afganistan'a saldırılarında Amerika ile müttefiklerine ortak olmalarının Pakistan'ı korumak amacıyla olduğunu iddia ettiler! Bunun üzerine de Pakistan'da terör olduğunu ilan etmeye başladılar ve şimdi ise onlar bunu Amerika'nın Pakistan'a yönelik saldırılarını meşrulaştırmak için kullanmaktadırlar. Çünkü Amerika, Pakistan'ın gücü ve kudretinin farkında olmasından dolayı ajanları yoluyla ona tahakkümünün devam etmesinin kendi çıkarına olduğunu ve bunu yapmaması halinde vahim sonuçlarla karşı karşıya kalacağını gördü. Nitekim David Petreaus'ın Danışmanı David Kilcllen, The Washington Post gazetesi ile 2009 Mart ayında yaptığı bir söyleşisinde Amerika'nın savaşını değerlendirirken şöyle demiştir: "Pakistan, 173 milyonluk bir nüfusa, 100 adet nükleer silaha ve Amerikan ordusundan daha büyük bir orduya sahip... Bizler ise bugün Pakistan Devleti'nin altı ay içerisinde yıkılması ihtimali ile karşı karşıyayız... Radikaller otoriteyi ellerine geçirmişler... Bu ise terörizme karşı harcadığımız tüm çabaları boşa götürecektir." Evet, Hilâfet kurulduğunda Amerikan çıkarları için doğrudan güçlü bir sorun olacaktır.

Ardı ardına Pakistan yönetimine gelen hain yöneticiler, efendilerine hizmette alçak rollerini oynadılar. Zira ajan yöneticiler, Amerika'ya lojistik destek vermekle ve Afganistan'a saldırılar düzenlemeleri amacıyla muharip güçlerine üstler temin etmekle yetinmediler. Dahası bölgede Amerika'ya istihbarat merkezleri verdiler. Zira FBI ve CIA Federal Soruşturma Büroları, doğrudan ve güçlü şekilde çalışmak üzere kendileri için bürolar açtılar. Nitekim kaos oluşturma noktasında bu kurumların faaliyetlerinin niteliği ve iğrenç rolleri herkesçe bilinmektedir. Zira onların rutin eylemleri, suikastlar düzenlemek, patlama eylemleri gerçekleştirmek, ajanlar devşirmek, ülkelerin istikrarını sarsmak, insanlar arasına korku ve terör salmaktır. İşte uygar dünya bugün onların çirkin cürümlerine şahit olmaktadır. Bu cürümleri işlemelerinin yanı sıra çıkarlarına hizmet etmesi için Afganistan'daki Sovyetler Birliği'ne karşı cihat döneminde silahlı örgütlerle bağlantıları olan yerel kurumları da istismar etmektedirler.

Amerika, Pakistan yöneticileriyle olan işbirliği sayesinde Pakistan boyunca patlamalar serisi gerçekleştirmesinin yanı sıra İslâm'a karşı savaşında Pakistan yöneticilerinin kendisiyle olan alenî işbirliği ve ittifakı noktasında da insanları aldatmak amacıyla Afganistan'daki Amerikan işgalini savunmaya dönük medya kampanyası yürütmektedir. Bunun içindir ki Lahor'daki polis akademisine yönelik saldırıda olduğu gibi her patlama olayından sonra devlet başkanı, başbakan ve diğer hükümet yetkilileri bilgilendirme konuşmaları ile insanların karşısına çıkarak terör ile radikalizmin yerli bir malzeme olup Amerika'nın terörizme yönelik savaşının sadece onun savaşı olmasının ötesinde kendilerinin de savaşı olduğuna insanları ikna etme çabası içerisine girmektedirler!

Hükümetin medya kampanyalarına dikkatlice bakan bir kimse, ister İslâmî veya laik eğilimli olsun, isterse ileri gelenlerden veya sıradan insanlardan olsun bu kampanyanın hem toplumun tüm kesimlerini, hem de Pakistan'daki tüm vatandaşları etkilemeyi hedeflediğini fark edebilir. Bunun içindir ki Hükümet, askerî operasyonlar yapmaması halinde Pakistan'ın tamamen "Taliban'ın" kabileler bölgesine dönüşeceği gerekçesiyle kabileler bölgesinde askerî operasyonların yapılması gerekliliği iddiasını sürdürmektedir. Hükümetin kampanyasında, Amerika'ya hizmet amacıyla kabileler bölgesine yönelik operasyonlarında desteklerini alabilmek için daha çok laik eğilime sahip kesimler hedef alınmaktadır.

Zaman zaman Hükümet, ülkedeki yatırımların azalması ve ekonomik krizlerin nedeninin ülkedeki terör ile radikalizmin olduğu ve bu sorunların çözümünün de kabileler bölgesindeki savaşta Amerika ile işbirliği yapılmasını gerektirdiği iddiasında bulunmaktadır. Oysa bu iddiaların maksadı, tüccarlar ile iş adamları açısından onların aldatılmasıdır. Ordu ile vatandaşlar açısından ise onları bu savaşa ikna edip bu gaye uğrunda askerlerimizi kurban ederek Amerika ile birlikte bu savaşa ortak olmalarının gerekliliğine yönlendirmektir.

Bu nedenle Hükümet, zaman zaman Hindistan ve istihbarat birimlerinin bölgede oyun oynadığına, yani savaşın sadece Müslüman kardeşlerimize karşı olmayıp kâfirler ile müttefiklerine karşı olduğuna dair iddiaların yer aldığı bildirilerin dağıtımına başvurmaktadır. Eğer yöneticiler bu iddialarında sadıksalar ne diye Afganistan'ın kapılarını Hindistan ile istihbarat birimlerine açanın Amerika olduğunu kesin olarak bilmelerine rağmen bölgedeki Amerikan işgaline destek veriyorlar? Ayrıca Obama, artık Hindistan'ın Afganistan ile Pakistan'daki sorunun çözümünde Amerika'ya yardım edecek "temas grubunun" bir parçası olduğunu ifade ettiği 27 Mart tarihli konuşmasında belirttiği gibi Hindistan'a daha fazla fırsat verilmesine hazırdır. Eğer Hükümet, Pakistan'daki kaosun oluşturulmasına Hint müdahalesinin olduğu konusunda samimiyse ne diye sürekli olarak Hindu devleti ile normalizasyona ve ilişkileri pekiştirmeye koşuşmaktadır?

Hükümetin şerlerinden biri de İslâm'ı sevenlerin sempatisini kazanabilmek için "Taliban" tabirini kullanmaktadır ki böylece dünyayı "İslâm'ın kalesi" Pakistan'a karşı ayartmanın gerekçesi olan İslâm'dan uzaklaşıldığını ve hatalı tatbik edildiğini gösterebilsin. Ayrıca Hükümet, Taliban'a karşı askerî eylemlerde bulunmaktan başka bir seçeneğinin olmadığı tutumunu meşrulaştırmak için onu, patlama ve masumların katledilmesi eylemlerinin arkasında olmakla itham etmektedir. Ülkede kaos ve güvensizlik halinin oluşması gibi saldırılar ile patlama eylemlerinin arkasında bıraktığı olumsuz etkilerin kabarması ile de Hükümet, sıradan insanları ülkede güvenliğin ve huzurun sağlanması için askerî eylemlerin gerekli olduğuna ikna etmek için bunları kullanmaya çalışmaktadır. Nitekim son patlama eylemlerinin polis ve güvenlik birimlerini hedef almasıyla Hükümet, Amerika'ya hizmet amacıyla verdiği emirleri infaz etmeleri için bu kurumlara baskı yapmaya çalışmaktadır ki Müslüman kardeşlerini katletmeleri veya onları kâfir Amerika'ya teslim etmeleri de bu emirler arasındadır.

Pakistan ile Afganistan'daki durum, Irak'taki durumun bir benzeridir. Zira Amerika, bu iki ülkede de aynı yöntemleri benimsemiştir. Irak'a yönelik Amerikan işgalinden önce Irak halkı mescitlerinin ve mukaddes yerlerinin bombalanması diye bir şey bilmezlerdi. Ancak Amerikan işgalinden hemen sonra Irak, Müslümanlar arasında anlaşmazlıklara ve süregelen şiddetli patlama eylemlerine tanık oldu. Kaos halinin oluşmasında tek çıkar sahibi olan işgal kuvvetleridir. İşte Afganistan ile Pakistan'da da durum böyledir. Zira oradaki insanlar, Amerika'nın bölgeye saldırmasından sonra Irak'taki duruma benzer bir duruma tanık olmaktadırlar.

Amerika, yalnızca ordumuzu kullanarak savaşını yürütmemektedir. Bilakis o, ajanları yoluyla medya organlarımızı da kullanmaktadır. Zira Pakistan Hükümeti, kabileler bölgesi ile Kuzey-Batı bölgesine yönelik Amerikan askerî operasyonlarının ve saldırılarının sonucuna maruz kalan erkek, kadın ve çocuk olmak üzere Müslüman şehitlere ve yaralılara medya organlarının yer vermemesine hırs göstermektedir. Bu da Ümmetin, Amerikan askerî operasyonları ile saldırılarına maruz kalan kardeşlerinin başına gelen felaketin boyutundan habersiz kalması içindir. Böylelikle de Müslümanların kabileler bölgesi ile Kuzey-Batı bölgesindeki kardeşlerine olan ilgileri engellenmiş olsun. Hükümetin bu politikası, medyanın cesetlerin görüntüsünü yayınlaması şartıyla Lal Mescidi krizinin sona erdirilmesine muvafakat ederek Lal Mescidi katliamını işlediği döneminde Müşerref'in izlediği aynı politikadır. Nitekim o, 29.06.2007 günü medya organlarından yayınlamamalarını talep ederek şöyle demişti: "Operasyon sırasındaki yaralıların ve ölülerin kanlı görüntülerini televizyon kanallarında yayınlamama sözü verebiliyorlar mı?" İşte bu politika, mevcut ajan yöneticilerin varlığı sayesinde günümüze kadar süregelmiştir. Çünkü Amerika, tıpkı son Gazze katliamı boyunca Yahudi Devleti'ne karşı öfke duygularının kabardığı gibi insanların kendisine öfkelenmesinden ve kabileler bölgesindeki operasyonlarına darbe indirmelerinden korkmaktadır.

Pakistan yöneticilerine gelince; Müslümanları bizzat kendi elleriyle katletmek için Amerika'dan kendilerine insansız uçak temin etmesini isteyecek ölçüde Amerika ile tam bir işbirliği içerisindeler. Şerif ve benzerleri gibi Hükümet içerisindeki muhalefet partilerine gelince; İslâm'ı çirkince ihlal etmiş ve düşman kâfirler ile tam bir işbirliği içerisine girmiş olmasından dolayı hükümeti sorgulamak yerine Amerikalı resmî yetkilileri kucaklamasında hükümete katıldılar. Zira onlar, Amerikalılar ile oturuyorlar, onlardan emirler alıyorlar ve Müslümanların kanlarına bulaşmış günahkâr elleri ile onların ellerini sıkıyorlar. Evet, hepsi de yönetime gelmeden önce ajanlıkta, Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere hıyânette seleflerini sollamak üzere kendi kendilerine söz verdiler.

Ey Pakistan'daki Müslümanlar!

Hepiniz de biliyorsunuz ki Allah, bir Müslümanın Müslüman kardeşini katletmesini haram kılmıştır. Yine biliyorsunuz ki Allah, Müslümanları işgalci muharip güçlere karşı cihada teşvik etmiştir. O halde sizlere yaraşan Amerikan siyasî-askerî nüfuzundan kurtulmadığımız ve istihbarat örgütlerini bölgeden kovmadığımız sürece bu saldırıların asla son bulmayacağını ve kaos halinin var olmaya devam edeceğini bilmenizdir. Kaldı ki Allah, kâfirler için Müslümanlar aleyhine bir yolun olmasını Müslümanlara haram kılmıştır. Zira Allahu Subhânehu şöyle buyurmuştur:

وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً "Muhakkak ki Allah, Kâfirler için Mü'minler aleyhine asla bir yol (egemenlik) kılmayacaktır!" [en-Nîsa 141]

O halde bölgedeki Amerikan varlığına son vermenin yanı sıra Müslümanların başına diktikleri hain ajan yöneticilerden kurtulmanın İslâmî pratik metodu olan Hilâfet Devleti'ni kurmak için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışınız.

Ey Pakistan Ordusu!

Düşmanlarınızın ayakları altına kırmızı halılar seren, Pakistan'daki Müslümanları yok pahasına satmaya tamamen hazır olan, sizleri Amerika'nın savaşında yakıt olarak kullanan bu yöneticileri kaldırıp atınız ve İslâm ile Müslümanların izzetleneceği Hilâfet Devleti'nin kurulması için Hizb-ut Tahrir'e nusret veriniz. el-Hak Tebarake ve Te'alâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ "Ey îmân edenler! Eğer siz Allah'a (dinine) yardım eder, zafere ulaştırırsanız, Allah da size yardım eder, zafer verir ve ayaklarınızı (dini üzere) sâbit kılar." [Muhammed  7]

 

Devamını oku...

Sorular ve Cevaplar

Soru-1: 30.03.2009 Pazartesi günü, Arap Zirvesi Konferansı'nın 21.'si düzenlendi. Kararlaştırıldığı üzere iki gün sürmesi yerine konferans, aynı gün tamamlandı. O halde bu konferansın arkasında ne vardır ve kararlarının etkinlik boyutu nedir?

Cevap-1: Bu konferansın arkasında bir şey yoktur ve etkinlik boyutu sorulacak derecede önemli kararlar çıkmamıştır. Görüntünün daha netleşmesi için aşağıdaki hususları zikredeceğiz:

1. Zirve konferansları, her senenin Mart ayında "rutin" olarak düzenlenmektedir.

2. Büyük devletler, "Ortadoğu Meselesi" olarak isimlendirdikleri Filistin meselesine ilişkin projeleri uğrunda, Arap zirvesi konferanslarını istismar etmeyi alışkanlık haline getirdiler. Bu zirvelerin başladığı atmışlı yıllarda etkin devletler, Amerika ile İngiltere idi. Daha sonraları İngiltere'nin etkisi zayıflayınca bu konferanslardaki etkin kuvvet ve onu yönlendiren Amerika oldu.

3. Son dönemde Amerika'nın koşulları, sarsıntılı ve çalkantılı bir hal alınca, kendi öncelikleri Ortadoğu meselesinin önüne geçti. Özellikle de ekonomik kriz ile kasıp kavrulmasının yanı sıra Irak ile Afganistan'daki çıkmazından beri dikkatlerini bu öncelikler üzerine yoğunlaştırdı.

4. Bundan dolayı Netanyahu, hem Amerika'nın çağırdığı iki devletli projeyi istemediğini alenî bir şekilde açıklamasına hem de daha önce yaptığı gibi Amerika'nın seçimlerde onu düşürmeye muktedir olmasına rağmen işleri kendi haline bırakarak bunlarla meşgul olmamış ve yüzsuyunu korumak için Barak'ın ona ortak olması ile yetinmiştir. Böylece Netanyahu, otoritede tamamen tek başına kalmamıştır. Bilakis onunla birlikte Amerika'nın projesine çağrıda bulunan Barak vardır! Diğer taraftan ise Amerika, Barak'ın aldığı oyların yetersiz olmasının, Netanyahu'nun görüşleri doğrultusunda hareket etmesini engelleyemeyeceğinin de farkındadır.

Bütün bunlar, basit dahi olsa Amerika'nın herhangi bir meselenin çözümünü, çalışma takvimine almadığını göstermektedir. Yani o, önceliklerinden boşa çıkıncaya veya bunlarda mesafe kat edinceye kadar bölgedeki işleri oluruna bırakmıştır. Daha sonra "Ortadoğu Meselesine" yönelecek ve o zaman Yahudi varlığından ne Netanyahu ne de bir başkası ona güç yetirebilecektir. Özellikle de Yahudi varlığının hayatı ve ölümü Amerika'nın elinde iken. Önceliklerinde mesafe kat edinceye kadar, Filistin meselesindeki hareketi, gerektiği şekilde boşluğu doldurması için sadık uşağı Hüsnü Mübarek'e bırakmıştır ve şu anda bir konferans ile meşgul olmak istememektedir... Bu sırada Amerika, önceliklerinde mesafe kat edip Ortadoğu meselesi "rolünün" zamanı gelinceye kadar mevcut vakıayı izlemesi ve malumatlar toplaması için konferansa bir delege veya temsilci göndermektedir.

5. Bundan dolayı Amerika, bu konferansı rutin bir şekilde oluruna bırakmıştır. Yani Arap yöneticileri, bir araya geldiler, yediler, içtiler, birbirlerine tebessüm ettiler, birbirlerini "kızdırdılar" ve hummalı bakışlarla uzlaşma hakkında lak lakı yaptılar...

Bunun içindir ki Amerika önceliklerini tamamlayıncaya veya bunlarda mesafe kat edinceye kadar... Bu konferansı olsa olsa Arap yöneticiler arasındaki genel ilişkiler konferansı şeklinde tanımlamak mümkündür. Bundan sonra kendi çıkarlarına hizmet edecek kararlar alınması için Amerika'nın hareket ettireceği küçük ve büyük konferanslar düzenlenecektir.

 

Soru-2: Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 23.03.2009'da, Irak'a iki günlük bir ziyarette bulundu. Bu ziyaret, otuz üç yıldan bu yana bir Türk Cumhurbaşkanı'nın ilk ziyaretidir. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Başbakan Maliki'nin yanı sıra Bölgesel Kürt Hükümeti'nin Başbakanı Neçirvan Barzani ile bir araya geldi. Neçirvan Barzani, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın kendisi ile bir araya gelmesinin, Türkiye tarafından Kürdistan Bölgesi'nin tanınmasıdır şeklinde bir açıklama yaptı. [Habertürk Kanalı / 25.03.2009] Ayrıca Talabani, Türkiye Cumhurbaşkanı ile düzenlediği basın toplantısında şöyle dedi: "PKK, ya silahı bırakmalı yada çekip gitmelidir." [Radyo Sava / 23.03.2009] O halde bu, Türkiye'nin Irak Devleti'nin içerisinde olmak üzere Irak Kürdistan Bölgesi'ni tanıması karşılığında Türkiye'deki PKK'nın Irak'taki varlığının sona erdiği anlamına mı gelmektedir? Dolayısıyla Irak Kürtleri, Amerika'nın kendilerine verdiği Irak'tan bağımsız bir devlet sözünden ümit mi kestiler? Ayrıca bu, devletlerarası boyutlu bir ziyaret midir, yoksa Irak ile Türkiye arası ilişkilerle mi sınırlıdır?

Cevap-2: 1. Evet, Amerika'nın Irak Kürtlerine yönelik bir devletin kurulması sözü, hiçbir zaman ciddi bir söz olmamıştır. Bilakis, Irak işgalinin kolaylaşması amacıyla Irak'taki kardeşlerini vurmada onları istismar etmek için bu sözü vermiştir. Nitekim İngiltere de 1919 yılında Osmanlı korumasındaki Süleymaniye'ye saldırması karşılığında Mahmut Hafid'e bir Kürt devleti sözü vermişti. Bunun üzerine o, oraya saldırarak Osmanlılı kardeşlerini katletti ve onlardan kurtulanları da sürgün etti. Ardından İngiltere, sözünden döndü, dahası Mahmut Hafid'i sömürgesi Hindistan'a sürgün etti. Aynı şekilde İngiltere, Osmanlı Devleti ile yapılan ve Halîfenin heyetinin müzakereci durumunda olduğu 1920 yılındaki Sevr Anlaşması'nda, Halîfe Muhammed Vahdettin'i tedirgin etmek için bir Kürt devletinin kurulmasına ilişkin bir maddenin konulmasında ısrar etmiştir. Daha sonra Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanı olarak atanmasını, Hilâfetin sona erdirilmesini ve Mustafa Kemal'in cumhuriyeti ile 1924'de Lozan Anlaşması'nın imzalanmasını başarınca İngiltere, Kürt devleti maddesinin konmasını reddetmiştir. Çünkü o, artık hedefini gerçekleştirmişti ki o, Hilâfet'in yıkılmasıdır. Dolayısıyla böyle bir şeyin istismar edilmesine gerek kalmamıştı. Nitekim İngiltere, amaçlarına ulaşıncaya kadar hem Kürt milliyetçiliği homurtularını hem de bölgedeki tüm milliyetçilik homurtularını tahrik etmiş ve tahrik ettiklerini istismar ederek Osmanlı Devleti'ne karşı isyana ve başkaldırmaya teşvik etmişti. Ardından da kendisi ile işbirliği yapanları kaldırıp atmış veya sözde yöneticiler ve liderler olarak atamasıyla onları birer ajan olarak kullanmıştır. Ardından da Amerika geldi, aynı rolü üstlendi, aynı oyunu oynadı ve kendisi ile işbirliği yapanlara aynı şeyi yaptı. Yani kendi çıkarları için istismar ettiği mücerret vaatler verdi. Çıkarlarına ulaşınca da sanki hiçbir şey vermemiş gibi sözleri uçup gitti!

2. Türkiye'nin, PKK'nın kovulması şartıyla, kendilerine özgü bir devlet olmaksızın Irak devletinin içerisinde olmak üzere resmî olarak Kürdistan bölgesini tanıması muhtemeldir. Nitekim Abdullah Gül, Neçirvan Barzani ile görüşmesinin ardından gazetecilere yaptığı açıklamasında, "Neçirvan Barzani'ye, terör unsurları, PKK kampları sizin bölgenizde, o nedenle bu örgüte karşı daha açık tavır almanız gerekir. Bu örgüt bitirilirse bizim ile sizin aranızda her şey mümkündür. Zira sizler bizim komşumuz ve akrabalarımızsınız dedim." diye konuştu. [Reuters / 25.03.2009] Yine Abdullah Gül, 17.03.2009 günü İstanbul'da yapılan Beşinci Dünya Su Formu görüşmeleri sırasında Talabani ile bir araya geldi ve orada bir Kürt devletinin kurulmasının imkansız olup Kürt devletinin ancak bir Kürt sloganı olduğunu açıkladı ve PKK'dan silah bırakmasını talep etti.

Görünen o ki Kürdistan bölgesi yöneticileri, kendilerini tanıması karşılığında Türkiye'nin taleplerine icabet etmek istemektedirler. Nitekim Neçirvan Barzani şöyle demiştir: "Türkiye ile ilişkilerimizin iyi olmasını istiyoruz. Türkiye'nin de kaygılarını anlıyoruz." [CNN Amerikan / 25.03.2009] Ve şöyle ekledi: "Biz, Irak ve Kürdistan Bölgesi'nden komşu ülkelere saldırılmasını kabul etmiyoruz." [CNN Amerikan / 25.03.2009] Yine son olarak Türk Dışişleri kaynakları tarafından Türkiye'nin, Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani'nin Ankara'yı ziyaret etmesini kabul ettiği açıklanmıştır. [CNN / 26.03.2009] Bu ziyaret ise aynı konuya ilişkindir. O da Türkiye'nin Irak Devleti'nin kapsamı içerisinde bölgeyi tanıması karşılığında PKK'nın Kürdistan Bölgesi'nden kovulmasıdır. Bununla birlikte PKK'nın Kuzey Irak'taki varlığı, Barzani'nin partisi "Kürdistan Demokratik Partisi" kılıfı altındadır!!

3. Bunun yanı sıra Gül ziyaretinde, Kerkük meselesinin alt zeminine de değinmiştir; Türkiye, Kerkük'ün Kürdistan Bölgesi'ne ilhak edilmesini reddetmektedir. Nitekim Abdullah Gül, iki Türkmen temsilcisi ile bir araya gelerek onlara, Kerkük'ün herhangi bir yöne ilhak edilmesini reddettiğini teyit etti ve bu, Türkiye açısından ikincil derecede olmasından dolayı buna odaklanmadı. Diğer taraftan Türkiye, orada Kerkük'ün Kürdistan'da ilhak edilmesini engelleyen büyük engellerin olduğunu bilmektedir ve Türkiye de bu engellerden biridir.

Ayrıca petrolün Türkiye üzerinden taşınması, ticaret ve su miktarının arttırılması gibi ele alınan ve tarafların üzerinde ittifak ettiklerini gösterdikleri diğer meseleler de vardır.

4. Ziyaretin devletlerarası boyutu olup olmamasına gelince; evet vardır ve en önemli olan da budur. Zira Türkiye Cumhurbaşkanı'nın Irak ziyareti, Amerikalıların kuvvetlerini hassas noktalar dışında kademeli olarak Irak'tan çekmelerine ilişkin kararlarından sonra gerçekleşmiştir. Amerika ise kendi yerini kendi yanlısı olan devletlerin doldurmasını istemektedir. Böylece diğer büyük devletler gelip bu durumu istismar ederek Amerika'nın yerini doldurmasın veya nüfuzuna yönelik karışıklık çıkarmak için çalışmasın.

Buradan İran'ın Amerika ile koordinasyon rolü devreye girmiş, bu konuda anlaşmış ve geçen sene İran Cumhurbaşkanı'nın Bağdat'ı ziyaret etmesi ile bu taçlandırılmıştır. Ancak Amerika, tek bir devlete bel bağlamak istememektedir. Zira tek bir devlet, herhangi bir rolü oynayabilir, fakat Amerika'nın kendisinden talep ettiği her şeyi yerine getiremez. Bunun içindir ki Amerika, Türkiye ile Suriye için de bir rol istemektedir... Buradan da Gül'ün Irak'a yönelik ziyareti gerçekleşmiştir. Gül'ün ziyaretinin akabinde de Suriye Dışişleri Bakanı, Irak'ı ziyaret ederek Talabani ile bir araya gelmiştir. Kaldı ki mücavir devletlerden izole olmuş bir şekilde Amerika'nın her istediğini gerçekleştirmesi imkânsızdır ve bu her ülke için geçerlidir. Mesela Afganistan'daki hedeflerini gerçekleştirmek için bu ülkeye komşu olan Pakistan ile İran'dan yardım aldığını görmekteyiz. Hatta müzakereleri kabul etmeleri noktasında oradaki mücahitleri etkilemek amacıyla Suudi Arabistan gibi kendi nüfuzu ile İngiliz nüfuzunun karışık olduğu ülkelerden bile yardım almaktadır. Nitekim dün, 31.03.2009'da Afganistan'ın durumu hakkında düzenlenen Lahey Konferansı, bunun en belirgin örneğidir. Zira 70 devletin katıldığı bu konferanstaki en dikkat çekici katılım, heyet başkanının Afganistan'dan sorumlu Amerikan temsilcileri ile bir araya geldiği İran'dı ve dostane bir toplantı olarak tanımlandı..!

Amerika, Irak'taki direnişçiler tarafından tatmış olduğu acı hezimetlerin ve neredeyse devletlerarası konumundan düşerek dünyadaki birinci devlet konumundan silinecek hale gelmesinin üzerine, Irak'taki nüfuzunun yanı sıra dünyadaki birinci büyük devlet olarak konumunu da korumayı istemektedir. Buna rağmen dilediği şekilde liderliğini yaptığı dünyanın birinci büyük devleti olarak ona olan güven sarsılmıştır!

Bundan dolayı Obama, Türkiye'ye Amerika'nın kendisinden yardım istediği şeklinde bir mesaj vermiştir. Zira Amerika'nın, Türkiye'den yardım istemesi veya daha doğrusu Amerika'nın Türkiye'yi kullanması, sadece Irak'ın durumuna ilişkin değildir. Bilakis Kafkas ülkeleri, Rusya ve Ortadoğu meselesi gibi Amerika'nın Türkiye'yi kullanmak istediği pek çok mesele vardır. Bu sebepten dolayı yeni Amerika Başkanı Obama, yakında Türkiye'yi ziyaret edeceğini ilan etmiştir. Yine Obama, Afganistan'ın yanı sıra Irak meselesinde de kendisinden yardım almak, dahası kullanmak için de İran'a da bir mesaj göndermiştir.

 

Soru-3: Şeyh Şerîf Ahmed, Somali Devlet Başkanı oldu. O halde bu, iki sene önce olduğu gibi İslâmî Mahkemeleri'nin Somali'ye geri döndüğü anlamına mı gelmektedir? Eğer durum bu şekilde ise İslâmî Mahkemelerden olduğu veya ona yakın olduğu halde ne diye Mücahit Gençler Hareketi, ona karşı durmaktadır? Eğer Şeyh Şerîf, inhirafa uğramış ve Mücahit Gençler Hareketi de bu değişiminden dolayı ona karşı duruyorsa bu Mücahit Gençler Hareketi'nin sadık ve muhlis bir hareket olduğu anlamına mı gelmektedir?

Cevap-3: Evet, bugün Şeyh Şerîf Ahmed, dünkü gibi değildir. Zira geçmişte İslâmî Mahkemeleri'nin başkanı olduğu ve Somali'de iktidara geldiği sıralarda Somali'deki Sömürgeci kâfirlerin harici tamahları ile savaşıyor ve İslâmî Şeriat'ın tatbik edilmesini dile getiriyordu. Ancak silahlı İslâmî hareketlerin genelinin durumunda olduğu gibi onun siyasî uyanıklığı zayıftı. Bunun içindir ki "muhlisler", hem Amerika'nın uşağı olan Abdullah Yûsuf Hükümeti ile hem de doğrudan ve -ajanları yoluyla veya Birleşmiş Milletler, Arap Birliği ve Afrika Birliği gölgesinde- dolaylı şekilde Amerika ile müzakere etmemesi noktasında ona nasihat etmesi için bir heyet gönderdi... İşte tüm bunlar, ondaki abesliği ve onun hareketinde Amerika'nın parmaklarının, dahası ellerinin olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde heyet ona, Sömürgeci kâfirlere olan adavetine devam etmesi nasihatinde bulundu... Ancak o, hiçbir şekilde nasihat almadı. Bilakis Birleşmiş Milletler, Arap Birliği ve Afrika Birliği gölgesinde Hartum'da Abdullah Yûsuf Hükümeti ile müzakerelere girdi...

Bunlar, o iktidarda iken olmuştur. Ancak Etiyopya'nın saldırması, Şerîf'in Somali'den çıkarak Kenya'ya gitmesi, daha sonra Cibuti'ye ulaşması ile İslâmi Mahkemeler'in kendi arasında parçalanmasının üzerine Cibuti Kanadı Somali Kurtuluş Cephesi'nin başkanı oldu. Bu iki grup, Batı yanlısı olmalarına rağmen Asmara ile Cibuti'de yerleştiler...! Bu sırada Şeyh Şerîf, doğrudan ve dolaylı müzakerelerin içinde boğuldu. Nihayet işler, Amerika'nın, Batının ve ajanların memnuniyeti ile Abdullah Yûsuf Hükümeti'nden pek de farklı olmayan Somali'de hükümet başkanı olmasına dayandı.... Ve işler aşağıdaki şekilde gelişti:

1. 2006 yılı sonunda İslâmî Mahkemeler'in, kendisine vekâleten Amerika'nın Somali'ye saldırmaya sevk ettiği Etiyopya kuvvetlerinin karşısında hezimete uğramasının üzerine Şeyh Şerîf, Kenya'ya gittiğinde orada Amerikan İstihbarat Ajansı'ndan iki yetkilinin huzurunda Amerikan Büyükelçisi ile görüştü.

2. Mahkemeler, kendi arasında parçalanıp iki kanada ayrıldıktan sonra Şeyh Şerîf Ahmed, Cibuti Kanadı'nın başkanı oldu ki böylece 26.10.2008 tarihinde Cibuti Anlaşması imzalanana kadar kendisi, Abdullah Yûsuf Hükümeti ve Etiyopya arasında müzakereler başladı.

3. Bu anlaşma, Amerika'nın gözetimi ve Etiyopya'nın muvafakati ile oldu. Çünkü Etiyopya ordusu, pek çok kayıplar veriyor ve Somali'den çıkmak istiyordu. Ancak yüzsuyunu koruyarak, yani buna işaret eden bir anlaşma ile çıkmak istiyordu. Bundan dolayı anlaşmanın imzalanmasından sonra Etiyopya, kuvvetlerini çekeceğine dair açıklamalarda bulunmaya başladı.

France Press Ajansı [A.F.P], 28.11.2008'de, Etiyopya'nın yıl sonunda Somali'den çekileceğini ve bunun da Afrika Birliği ile Birleşmiş Milletlere yönelik resmî iki mesaj olduğunu aktardı. Nitekim bu haber ajansı, Etiyopya Dışişleri Bakanı Resmî Sözcüsü Wahidi Bella'nın kendisine şöyle dediğini ifade etmiştir: "Biz sonuca ulaştık. Etiyopya'nın kuvvetlerini Somali'de bırakması uygun değildir. Biz görevimizi yaptık ve bu yüzden gurur duyuyoruz. Ancak devletlerarası toplumdan beklediğimiz ümitler, boşa çıktı." Yine Etiyopyalı bu sözcü, daha önce de 24.11.2008'de aynı haber ajansına Cibuti'deki anlaşmaya ilişkin yatığı değerlendirmede şöyle demiştir: "Bu anlaşma, Etiyopya'nın konumu ve kuvvetlerini düzenli olarak çekmesi lehinedir."

Etiyopya, Somali'nin durumuna önem vermektedir. Bu da sadece Amerika lehine vekaleten bir muharip olarak değildir. Bilakis o, ona komşudur ve Somali'nin geri almak için 1977 ile 1978 olmak üzere iki defa Etiyopya ile savaşa girdiği ve başarısız olduğu Ogaden bölgesini işgal etmektedir. Dolayısıyla Etiyopya, Somali'de kendisini tehdit etmeyen ve kendisinden Ogaden'i istemeyen bir yönetimin olmasını istemektedir. Etiyopya'nın, Amerika'nın Afrika boynuzundaki çıkarlarına hizmet etmesinin yanı sıra Etiyopya'yı Somali'ye gönderen, Şeyh Şerîf'i saptırdığını görmesi ile 26.10.2008'deki Cibuti Anlaşması'ndan sonra oradan geri çekilmesini isteyen de bizzat Amerika'nın kendisidir.

4. Amerika, İslâmî kökeni olmasından dolayı Şerîf Ahmed'in mücahitlere karşı koymaya muktedir olduğunu ve bir Afrika devleti olması vasfıyla da Etiyopya'nın, İslâmcılarla çarpışmayı sürdüremeyeceğini gördü. Dolayısıyla Amerika açısından en ideal olanı bu rolü üstlenmesi için İslâmcılardan birini kullanmak oldu. Amerika, onu cezp etmeleri için Kenya, Sudan ve özellikle Sudan'daki ajanlarını Şerîf'e musallat etti. Nitekim Siyaset Uzmanı Hasan Mekkî şöyle demiştir: "Sudan Hükümeti, Etiyopyalılarla baş edemeyeceği ve devletlerarası topluma yokmuş gibi muamele etmesinin imkansız olduğu noktasında Şerîf'i bilgilendirdi. Bu nedenle özellikle Sudan eğitim kurumlarından mezun olduğundan bu nasihatlere kulak vermeye başladı." Ve şöyle eklemiştir: "Sudan ortamı, bu müzakerelerde büyük bir rol oynamıştır." Yani Cibuti görüşmelerini kastetmektedir.

Böylece Amerika, kendisini övecek derecede Şeyh Şerîf'i cezp etmeyi başardı. Zira "Amerika'nın Sesi Somali Bürosu" ile yaptığı 20.02.2009 tarihli röportajında, Somali'ye yönelik Amerikan politikasını, müzakerelerin başladığı günden şu ana kadar olumlu olarak niteleyerek şöyle demiştir: "Bu çabalarını sürdürmesini ümit ediyoruz."!

5. Şeyh Şerîf'in, Abdullah Yûsuf dönemindeki parlamentonun oy çoğunluğu ile devlet başkanı seçilmesinden bir sonraki adım başbakanın seçilmesi oldu! Burada da Amerika'nın rolü devreye girdi. Zira Birleşik Devletler'de ikamet eden ve Birleşik Devletler'in ölçülerine göre mutedil biri olarak tanımlanan Ömer Abdurrâşid Şarmarkî seçildi ki o, Birleşmiş Milletler'de birçok görevde bulunmuş, Abdullah Yûsuf'un Hükümeti döneminde Somali'nin Washington Büyükelçisi ve eski Somali Devlet Başkanının oğlu idi.

Amerika, onun daha önce Amerika'da ikamet etmesinin yanı sıra iç savaştan ve ülkesinden uzak kalmasıyla iç savaşa bulaşmamış olmasından dolayı başbakanlığı almasında hırs gösterdi. Bunun içindir ki Somali'deki insanların geneli tarafından kabul görecek bir yönü vardı.

Kayda değerdir ki Sömürgeci devletlerin adeti olduğu üzere halihazırda kendisine hizmet eden kişi dışında çıkarlarının bir başka kişide olduğunu gördüklerinde onu çekirdek gibi çitleyip atarlar ve daha güçlü bir şekilde çıkarlarını gerçekleştiren diğer kişiyi getirirler. Mesela Amerika, Somali'ye yönelik ihanetleri ile bitmiş, nefret edilen ve ifşa olmuş biri haline gelmiş olan Abdullah Yûsuf'u terk edince 29.12.2008'de istifa etmek ve Mogadişu'dan Somali devlet başkanı olarak ilan edildiği 1998'den 2004 yılına kadar yönettiği bir bölge olan Pundland'ın merkezi Maskat'a göç etmek zorunda kalmıştır. Daha sonra da Yemen'e sığınmıştır...

7. Amerika, yönetimi sırasında kamuoyuna sahip olan Mahkemeler içersinde İslâmî bir kökeni olan Şeyh Şerîf'i devlet başkanlığına getirmesinin yan sıra insanların geneli tarafından kabul görmesini sağlayan iç savaştan uzak birisini başbakanlığa getirmeyi başarması ile Somali'yi eline geçirdiği zehabına kapıldı. Ancak Somali'deki yeni yönetimin durumunun ifşa olması ile bu zehabı heba oldu. Zira daha önceki hükümetin büründüğü elbiseden daha cicili bicili bir elbiseye bürünmesi dışında bu hükümetin de öncekinden pek farklı olmadığı ortaya çıktı. Hüsnü zan ile düşündüğümüzde iki yönetimin arasındaki fark, Abdullah Yûsuf, Amerika'ya bilinçli bir şekilde hizmet ederken, Şeyh Şerîf Ahmed, Somali'ye iyilik yaptığını sanarak bilinçsizce Amerika'ya hizmet etmektedir! Doğrusu Şeyh Şerîf'in, Sömürgeci kâfirlerin komplolarından uzak bir şekilde başladığı gibi kalmasını isterdik. Umulur ki o, Allah'ın izniyle ilk sîretine geri döner.

8. Bu hükümetin durumunun ifşa olmasına binaen Müslümanların direnişi daha çetin bir şekilde sürmüş ve bunların en barizi Mücahit Gençler Hareketi'dir.

Mücahit Gençler Hareketi, İslâmî Mahkemelerin 2007 Eylül ayında Asmara Anlaşması'nı imzalamalarından sonra Asmara Kolu ve Cibuti Kolu olmak üzere ikiye ayrılmasıyla onları, laiklerle ittifak kurmak ve Allah yolunda cihadı terk etmekle itham ederek İslâmi Mahkemeler'den ayrılmıştır.

O, Afrika Boynuzu'nun tamamının kurtarılması için Etiyopya ve Amerika'ya karşı cihat etmeyi istemesinin yanı sıra dar vatancılık sınırlarını aşan İslâmî bir yönetim kurmak istediğini de ilan etmektedir... Nitekim Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Gençler Hareketi'nin bazı üyelerinin el-Kaide örgütüne üye olan radikal ve şiddet yanlısı bir grup olduğunu ilan ettiği bir beyan yayınlamıştır. [Çin Haber Sitesi / 18.03.2008] Yine Birleşik Devletler, 2007 yılı ortalarında, onun eski lideri İsmaîl Aralî'yi Cibuti'de tutuklamış ve Guantanama Tutukevi'ne koymuştur. Bunun üzerine hareket, Muhtâr Adurrahman "Ebû Zübeyyir'i" lider olarak ve Muhtâr Rebû "Ebû Mansûr'u" da resmî sözcü olarak seçmiştir. [el-Arabiyye / 22.12.2007] Bu resmî sözcü, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na şöyle diyerek cevap vermiştir: "el-Kaide ile alakamız, Müslüman kardeş ilişkisidir. Müslümanın akîdesinin özü, ‘Velâ ve Berâ' ile ‘kâfirlerden uzaklaşmamız, tüm Müslümanlara ulaşmamız ve onları sevmemizdir.'" Ayrıca hareket, "Birleşik Devletler'in kendisini terör listesine koyması kararı ile mutluluk ve gurur duyduğunu" ifade etmiştir. Yine 05.04.2008'de hareket tarafından yapılan açıklamada şöyle geçmiştir: "Yakinî bir ilim ile biliyoruz ki bizler, Somalili olduğumuz için hedef alınmıyoruz. Bilakis ne suni sınırları, ne de sözde "devletlerarası meşruiyeti" tanıyan genel mefhumu ile cihat fikrini taşıdığımız için hedef alınıyoruz."

Mücahit Gençler Hareketi, hükümetin kontrolünü bir hayli aşan şekilde pek çok Somali şehirlerini ele geçirmeyi başarmıştır. Görünen o ki bu hareket, sadık ve muhlis bir şekilde Sömürgeci kâfirlerle savaşmaktadır... Ancak belirttiğimiz gibi silahlı İslâmî hareketlerin zayıf noktası, siyasî uyanıklığın zayıf olmasıdır. Allahu Subhânehu'dan bu hareketin, Sömürgeci kâfirler karşısındaki güçlü tutumlarını sürdürmesini temenni ediyoruz.

Bununla birlikte o, Şeyh Şerîf hükümetine karşı çıkan bir diğer hareket olan İslâmî Parti'den daha fazla uyanıktır. O şu dört hareketten oluşmaktadır ve en barizleri Hasan Tâhir Uveys liderliğindeki Asmara Kanadı olan Somali Kurtuluş Cephesi'dir. İslâmî Parti içerisindeki diğer üç hareket ise, Kambuni Askeri Kampı, İslamî Cephe ve Faruk Askeri Kampı'dır. Mücahit Gençler Hareketi'ne yakın bir site olan "Gring Sitesi", 24.01.2009 tarihinde, Hasan Tâhir Uveys'e Eritre'nin başkenti Asmara'da bulunmasının sebebini sordu. Bunun üzerine bu kişiler, onun kendileri için ilk Müslümanların Necaşisi gibi olduğunu söylediler!! Böyle dediler!!

Allahu Subhânehu'dan İslâmî hareketlerin, Allahu Subhânehu'ya muhlis, Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e sadık, kâfirlerin planlarına ve komplolarına karşı tamamen uyanık olmalarını temenni ederiz. Zira onlar, açığa vurduklarından daha çok İslâm'a tuzak kurmaktalar ve İslam için şer gizlemektedirler.

قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَ "Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür." [Âl-i İmrân 118]

Her kim onlara bel bağlarsa, hem dünyasını hem de âhiretini kaybetmiş olur ki bu da apaçık bir hüsrandır ve bunun örnekleri oldukça çoktur.

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir/Türkiye Vilayeti Resmi Sözcüsü Sayın Yılmaz Çelik Tüm Dünya Liderlerine Associated Press Vasıtası ile Meydan Okudu!

Hizb-ut Tahrir/Türkiye Vilayeti Resmi Sözcüsü Sayın Yılmaz Çelik, 23  Mart 2009 Pazartesi günü, Associated Press haber ajansı muhabiri Selcan Hacaoğlu'na bir mülakat verdi. Muhabirin Türkiye ve dünya gündemine dair sorularını yanıtlayan Yılmaz Çelik, tarihin çöplüğüne gömmek üzere Kapitalizme son darbeyi vuracak köklü çözümlerin İkinci Raşidi Hilafet'i kurmak için çalışan Hizb-ut Tahrir'de olduğunu belirtti. Çelik, yıkılmak üzere sallanmakta olan Kapitalizmin bayraktarlığını yapan başta ABD lideri olmak üzere tüm dünya liderlerine AP aracılığı ile "Eğer fikirlerinin çok güçlü olduğuna inanıyor ve kendilerine güveniyorlarsa, Hizb-ut Tahrir'in fikirlerine karşı kamuoyu önünde gelip bizlerle tartışsınlar" diyerek meydan okudu. Daha sonra muhabirin "Endonezya'da gerçekleştirdiğiniz uluslararası Hilafet Konferansı'nda 100.000 kişilik bir stadyumu doldurdunuz. Hizb-ut Tahrir böyle bir kalabalığı nasıl toplayabildi ve ayrıca Filistin'de halkın Hizb-ut Tahrir'e yönelişini neye bağlıyorsunuz?" şeklindeki sorusu üzerine Sayın Yılmaz Çelik, Hizb-ut Tahrir için böylesi kalabalıkları bir araya getirmenin sorun olmadığını, bundan daha fazla kalabalıkları bir araya getirebilecek güçte olduğunu zira Hizb-ut Tahrir'in artan bir ivmeyle yükselişinin, sahip olduğu fikirlerin gücünden kaynaklandığını, sadece Filistin'de değil dünyanın dört bir yanında Hizb-ut Tahrir'e olan teveccühün arttığını ifade etti. ABD Başkanı Obama'nın Türkiye'ye gelişi bağlamında, ABD ve tüm dünyada estirilen "ABD'nin Obama ile Müslümanlara karşı yumuşadığı" yönündeki havayı değerlendiren Çelik, "ABD'nin bayraktarlığını yaptığı Kapitalizmin metodunun sömürgeciliktir ve ABD'nin takip ettiği sömürgecilik ana ekseni değişmemiştir sadece üslup değişmiştir." diyerek tüm dünya Müslümanlarını bu sözde yumuşaklığa aldanmamaları konusunda uyardı.

(Sayın Yılmaz Çelik'in AP muhabiri Selcan Hacaoğlu ile görüşmesi sırasında çekilmiş bir fotoğraf)

Devamını oku...

Her Kim, Ergenekon ile Hizb-ut Tahrir Arasında İlişki Kuruyorsa Aklını Kontrol Ettirsin!

  • Kategori Türkiye
  •   |  

Ergenekon Davasında ikinci iddianame İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde 25 Mart 2009 Çarşamba günü kabul edildikten sonra bazı medya organları Hizb-ut Tahrir'in Ergenekonla ilişkili olarak iddianamede yer aldığı haberini yaptılar. İddianamede, bu olmayan "ilişki"nin nasıl tarif edilip ispatlanmaya çalışıldığına hiç değinilmeden "Hizb-ut Tahrir-Ergenekon ilişkisi ikinci iddianamede yer aldı" şeklinde yapılan haberler, ciddiyetsiz habercilik anlayışının ürünü olduğu gibi haberin veriliş tarzı itibariyle Hizb-ut Tahrir'i kamuoyu nazarında şaibeli duruma düşürmeye yöneliktir.

Ancak dünyanın değişik yerlerinde defalarca maruz kalmasına rağmen ne izzetini ne de İslami hayatı başlatma azmini zedeleyemeyen bu tür menfur girişimler beş kıtada faaliyet yürüten Hizb-ut Tahrir'in saygınlığını bu sefer de gölgeleyemeyecektir bilakis her saldırı, her iftira, her komplo onun Ümmet nezdindeki yerini daha da sabitleyip pekiştirecektir.

Bu açık hakikatlerle birlikte iddianamede yer alan hususlar hakkında Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilayeti olarak söyleyeceklerimiz şunlardır:

1- İddianamede geçtiği üzere; Teğmen M. Ali Çelebi, Süleyman Solmaz'a kendini muhasebeci olarak tanıtmış, İslami konulara ilgisinin olduğunu söyleyerek ondan  kitap istemiş, Süleyman Solmaz da ona  bazı kitaplar vermiş ve sohbetler düzenleyerek onu daha fazla bilgilendirmek istemiştir;

Bu davranış, Hizb-ut Tahrir'e özgü değildir. Her Müslüman kitle, İslami konularda yardım isteyen kişiye yardım etmek için elinden geleni yapar. Solmaz'ın yaptığı da İslami bir reflekstir. Karşısındaki kişinin karaktersiz, İslam düşmanı olduğunu tespit edememesi, onun amelini iptal etmez. Üstelik bu, tüm İslami grupların başına gelebilecek bir durumdur.

2- Teğmen M. Ali Çelebi'yle irtibatlı olduğu söylenen Süleyman Solmaz;

Hizb-ut Tahrir üyesi değildir, hiç de olmamıştır. Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti Resmi Sözcülük bürosu 28 Eylül 2008 tarihli basın açıklamasında Hizb-ut Tahrir'e üyelik konusunu açıklamıştır. Hizb-ut Tahrir'in fiillerini yönlendirmek için Hizb-ut Tahrir üyesi olmak kafi değildir. Hatta Hizb-ut Tahrir'in Türkiye Vilayetindeki Mesulü dahi tek başına Hizb-ut Tahrir'in fiillerini belirleyemez, yönlendiremez. Hizb-ut Tahrir tek adamlı cemaat yada partiler gibi değildir. Hal böyleyken Hizb-ut Tahrir üyesi olmayan, sadece Hizb-ut Tahrir'in tüm Müslümanlara açık olan sohbetlerine katılmış bir kişiyle birkaç görüşme yapılarak Hizb-ut Tahrir'e sızıldığını, onun yönlendirilmeye çalışıldığını söylemek gülünçten de öte hastalıklı bir beynin vehmidir.

3- Fatih Camii'nde 02 Eylül 2005 tarihinde yaptığımız "Hizb-ut Tahrir'den İslam Ümmeti'ne ve Bilhassa Kuvvet Sahibi Olanlarına Bir Nida" başlıklı nidanın tarihine dikkat çekilerek sanki Ergenekon tarafından tertiplendiği imajı verilmiştir;

Halbuki bu amel Türkiye'ye has olmayıp dünya çapında Hizb-ut Tahrir'in sorumluları o günkü Cumâ Namazı'ndan sonra Hizb-ut Tahrir'in çalışmakta olduğu tüm Müslüman beldelerde, Endonezya ve Malezya'nın bulunduğu Büyük Okyanus çevresindeki Uzak Doğu'dan başlayıp Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, Orta Asya ve Anadolu ile, Irak, eş-Şâm beldeleri, Arap Yarımadası, Sudan, Mısır ve Kuzey Afrika'dan geçip Fas beldelerinin bulunduğu Atlas Okyanusu kıyılarındaki Uzak Batı'ya kadar ulaşan bir coğrafya üzerinde bu nîda ile haykırışta bulunmuşlardır. Bu nidanın yalan iddialara konu edilmesi Hizb-ut Tahrir'i bağlamadığı gibi Hizb-ut Tahrir ile cani gruplar arasında bir hedef birliği olduğunu asla göstermez.

4- Fatih Camii'ndeki nidaya katıldığı tespit edilen birkaç kişinin telefon numaralarının Ergenekoncu bir kişinin bilgisayarında çıktığı belirtilerek Ergenekon ile Hizb-ut Tahrir arasında bağ kurulmuştur;

İddianameyi hazırlayan savcılar 21. Yüzyılda yaşadığımızı unutup artık pek çok bilgiye ulaşmanın kolay olduğunu dikkate almamışlardır. Yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesinin bilgileri haklarındaki davalardan ötürü zaten açıktır. Bir avukat vasıtasıyla birkaç değil yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesinin adresleri, telefonları, nüfus bilgileri kolaylıkla elde edilebilir. O halde mesele, bu bilgilere ulaşma meselesi değil bahsedilen kişiler ile telefon numaralarını bulunduran kişi arasında bir iletişim olup olmadığı meselesidir ki hem böyle bir iletişim yoktur hem de bahsedilen sabit telefon numaraları Hizb-ut Tahrir üyelerine ait değildir. Üstelik Ergenekon çetesinin neredeyse tüm Türkiye hakkında bilgi topladığı, fişleme yaptığı bilinmektedir. Dolayısıyla herkesin kolayca ulaşabileceği bilgilerin Ergenekon çetesinden çıkmış olmasını Ergenekon-Hizb-ut Tahrir bağlantısına delil göstermek, yüzeyselliktir, art niyetliliktir.

5- Ergenekon Davasından ötürü gözaltına alınan daha sonra Hizb-ut Tahrir'e üye olmaktan dolayı tutuklanan, Kurtça Bektaş, Rıza Demir, Rıfat Yıldırım ve Mahmut Oğuz'un dosyası Ergenekon dosyasından ayrılmıştır;

Tek başına bu karar dahi Ergenekon ile Hizb-ut Tahrir arasında hiçbir bağlantının olmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Bu hakikatler ışığında art niyetli olmayan her akıl sahibi Hizb-ut Tahrir ile Ergenekon arasında hiçbir bağlantının yada ilişkinin olmadığını açıkça görecektir. Üstelik İngiliz beslemesi Ergenekoncu taifenin yada aynı zihniyetteki kişilerin zulmüne en çok maruz kalan kesimlerden biri de Hizb-ut Tahrir'dir. Özellikle 2000 yılından bu güne kadar yüzlerce Hizb-ut Tahrir Şebabı gözaltına alınarak insanlık dışı işkencelere maruz edilmiş, gayri hukuki kararlarla tutuklanıp cezaevlerine konulmuştur. Bugün dahi onlarca Hizb-ut Tahrir üyesi bu Ergenekoncu zihniyetten ötürü cezaevindedir.

Ümmetin hizmetçisi olmaya kendini adayan Hizb-ut Tahrir'in, Ümmeti her fırsatta ezen ve aşağılayan Ergenekoncu zihniyetle hiçbir ilişkisi olmamıştır ve olmayacaktır. Bizim onlarla ilişkimiz ancak Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni Allah'ın izniyle kurduğumuzda Müslüman Türkiye halkına yaptıkları zulümlerin hesabı sormak şeklinde olacaktır!

وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bileceklerdir.[Şuarâ 227]

 

 

www.hizb-ut-tahrir.org | www.domainnomeaning.com | www.turkiyevilayeti.org

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İnsanlığın Kurtuluşu İslâmî İktisat Nizamındadır

Kapitalist Sistem'in dünyaya hegemonyası yüzünden dünya, felaketlerin, musibetlerin, malî ve ekonomik krizlerin sıkıntısını devletlerin ortaya koyduğu çözümlere rağmen çekmeye devam etmektedir. Çünkü Kapitalist Ekonomik Sistemin durumunda olduğu gibi kendisinden ortaya çıkan bu bozuk ve hatalı çözümlerin geneli fakirlerin hesabına zengin malî kurumlar ile servet sahiplerinin kurtarılmasına hizmet edip reel ekonomi pahasına sanal ekonominin hegemonyasını devam ettirerek tüm insanlığa yönelik artı felaketlerin habercisi olmuştur.

Hizb-ut Tahrir, 03.01.2009 tarihinde, ekonomistlerden, medyacılardan, siyasilerden ve ilgililerden binlerce kişinin katılımı ile Sudan'da küresel ekonomik bir konferans düzenledi. Bu konferansta mevcut krizin vakıası ile sebeplerini ve dünyayı kasıp kavuran bu kriz ile ekonomik sorunlara yönelik köklü çözümü açıklamasının yanı sıra dünyayı felaketlerden ve musibetlerden kurtararak onu genel refah kavuşturacak Hilâfet Devleti sayesinde insanlığa tatbik edilmesi gereken İslâmî İktisat Nizamını da açıklamıştır. Ayrıca Hizb, ekonomistlere, düşünürlere ve ilgililere dağıtılmak üzere konferansın özet halini bir kitap haline getirmiştir. Bundan dolayı:

Hizb-ut Tahrir sizleri; M. 03 Nisan 2009 el-muvâfık H. 08 Rabî-ul Âhir 1430 Cuma günü iki basın konferansına katılmaya ve iştirak etmeye davet eder.

Birincisi: Lübnan / Beyrut / Sefir El-Ravşa Oteli / Medîne El-Münevvera ve Beyrut saatiyle sabah saat 10:30'da

İkincisi: İngiltere - Londra / Friends Building - King Cross / Medîne El-Münevvera saatiyle akşam saat 20:30'da ve Londra saatiyle akşam 18:30'da

Böylece sizlere; gerek mevcut krizin, gerekse dünyanın tüm krizlerine ve sorunlarına ilişkin aradığınız çözüm sunulacaktır. İnsanlığın mutluluk ve refahını sağlamaya yönelik sunulacak çözüm ve bu çözümün uygulama araçları hakkında soruların sorulması ve izahatların istenmesi mümkündür.

Bunun yanı sıra Hizb-ut Tahrir sizleri; www.domainnomeaning.com internet sitesi üzerinden iki basın konferansını canlı yayından izlemeye, Medya Bürosu aracılığıyla sorularınızı ve görüşlerinizi göndermeye davet eder.

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir/Türkiye Vilayeti'nden Bir Heyet, Afganistan'ın Ankara Büyükelçiliği'ne, Açık Bir Mektup Teslim Etti

H. 05 Rebi-ul Ahir 1430 el- muvafık M. 30 Mart 2009 günü, Hizb-ut Tahrir/Türkiye Vilayeti'nden bir heyet, Afganistan Cumhuriyeti yöneticilerinin Hizb-ut Tahrir'in Afganistan'daki Şebabına yönelik cürümlerini ifşa eden açık bir mektup iletmek üzere, Afganistan'ın Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gitti. Büyükelçilik'te yetkililerin bulunmaması nedeniyle, sekreterlikteki görevli ile görüştüler. Kendisine Hizb-ut Tahrir hakkında bilgi verildi, söz konusu mektubun içeriğinden bahsedildi, Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai ile Amerika arasındaki kirli ilişkilere dikkat çekilerek, bunun Karzai'ye, Afganistan'a ve halkına yüzkarası ve zillet olarak döneceği ifade edildi. Daha sonra yetkililere iletmesi için açık mektup görevliye verildi.

Söz konusu mektupta; "Afganistan Devleti, İslami olduğunu göstermek adına kendini İslâm Cumhuriyeti olarak isimlendirmesine rağmen(!) İslâmî Hilâfet farizasını eda eden Hizb-ut Tahrir'in aktivitesi ve Afgan vatandaşları arasında kazandığı popülaritesi, devleti, yetkilileri, özellikle de Vatanî Güvenlik İdaresini, Hizb'in şebâbına karşı İslâmî usullerle, hatta insanlıkla bağdaşmayan şiddet ve zorba eylemler uygulamaya sevk etmiştir." denildi. Afganistan yöneticilerine şu uyarıda bulunuldu: "Hizb-ut Tahrir / Afganistan, Hilâfet için çalışanları tutuklayıp onlara işkence yaparak Allah'ın dinine karşı cüret eden Güvenlik İdaresi'ni dizginlemesi, tutuklu şahısları derhal serbest bırakması, bunun sorumlularını muhasebe etmesi ve Hizb-ut Tahrir'den resmî olarak özür dilemesi hususunda Afganistan Devleti'ni uyarır."

Açık mektubunun sonunda ise; Hizb-ut Tahrir üyelerinin, Afganistan Devleti yetkilileri tarafından maruz kaldıkları ceza ve işkenceye rağmen İslâmî Hilâfeti ikame edinceye kadar İslâmî âlemin dört bir tarafındaki faaliyetlerinin sebatında, devamında ve yoğun uğraşısında asla tereddüt etmeyeceği gibi bu uğurda fedakârlık yapmaktan da asla kaçınmayacakları belirtildi.

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ "Şüphesiz bunda, aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır." [el-Kâf 37]

 

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti


 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER